Salı

 

Ülkeler, devletler, toplumlar gemiler gibi batmaz. Peki nasıl batar? Bizim şu anda battığımız gibi batar! Filozoflar, bilgeler, tarihçiler, büyük düşünürler, sosyologlar toplumların batışına dair nice yazılar yazmıştır.Bunları kaç kişi okuyor? Okuyanlardan kaçı anlıyor?

Sağlıklı toplum… Hasta toplum… Bizim bu konudan haberimiz var mı?

Tarihî devamlılık:

Bir ülkenin, bir devletin, bir toplumun ayakta durmasının birinci şartı, tarihî devamlılık çizgisinde ve mecrâsında (suyun akış yolu) bulunmasıdır. Tarihe bakınız, hiçbir ülke ve toplum tarihî ârıza ile devam etmemiştir. Bütün tarihî ârızaların bir başlangıç tarihi, bir de bitiş tarihi bulunur. Tarihî ârızalar ilelebed (sonsuzluğa kadar) sürmez. Tarihini, tarihî devamlılığını inkâr eden, tahrip eden ülkeler ve toplumlar mutlaka hastalanır, sarsılır ve çöker.

Japonya 1945’te feci şekilde yenildi, kayıtsız şartsız Amerikalılara teslim oldu. Japonlar tarihî devamlılıklarına sımsıkı bağlı oldukları için, ABD o devamlılığı bozamadığı için kısa zamanda toparlandılar ve aradan yirmi beş sene geçmeden, sanki İkinci Dünya Savaşı’nın asıl galipleri onlarmış gibi zengin, güçlü, müreffeh (refahlı) oldular.

Türkiye, ilelebed pâyidar olmak istiyorsa mutlaka ve mutlaka tarihî devamlılık çizgisinde yürümeli ve ilerlemelidir.

  • Tarihimiz inkâr edilmeyecek, tahrif edilmeyecek,
  • Ecdadımıza (atalarımıza) saygı gösterilecek, onların bize emanet etmiş olduğu miras korunacak,
  • Kimlikte, kişilikte, kültürde, sanatta, mimarlıkta -değişim ve evrim olmakla birlikte- millî ve mahallî devamlılık korunacak,
  • Lisan ve edebiyatta kopukluk olmayacak, olmuşsa kısa zamanda tâmir edilecek…

    1917’de Rusya’da tarihî bir ârıza meydana gelmiş, büyük ve dehşetli bir kopukluk olmuştu. Yeni Marksist rejim büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuş, trilyonlarca dolarlık servet edinmişti. Sonunda ne oldu? Dünyanın en büyük ordusuna sahip bu devlet yıkıldı. Biraz önce ne demiştim:

    Tarihî ârıza ve kazaların bir başlangıç tarihi vardır, bir de bitiş tarihi…

    Franco rejimi İspanya’da, Salazar rejimi Portekiz’de, Mussolini rejimi İtalya’da, Hitler rejimi Almanya’da hep birer ârıza rejimiydi. Başladılar, güçlendiler, yükseldiler, şahikalarına çıktılar ve sonunda yıkıldılar.

    Biz bu coğrafyada çok eski değiliz, bin yıllık bir tarihe, varlığa sahibiz. Bu bin yıllık tarihi ve varlığı bütünlüğü ile korumamız gerekir. Aksi takdirde yok oluruz.

    Ülkeler, vatanlar; üzerlerinde yaşayan toplumlara birer emanettir. Bu emanetin hakkı verilmezse, bu emanete hıyanet edilirse emanet ellerinden alınır.

    Adalet:

    Bir ülkenin, bir devletin ayakta durmasının temel şartlarından birisi de adalettir. En geniş mânâsıyla adalet… Sadece mahkemelerdeki adalet değil…

  • Sosyal adalet,
  • Gelir dağılımında adalet,
  • Vergi toplanmasında adalet,
  • Toplanan vergilerin halk ve ülke için harcanmasında adalet,
  • Ekonomik sistemde (toprak, sular, bitkiler, hayvanlar vs) adalet…

    Topraklarını, nehir ve göllerini, deniz sahillerini, ormanlarını, bitki örtüsünü, hayvanlarını korumayan, onlara zulm eden bir ülke yıkılmaya mahkûmdur.

    -Bu memleketin, her yıl Kıbrıs büyüklüğünde toprağı erozyonla ziyan oluyor.

    -Verimli tarım arazileri, aç gözlü canavar rantçılar tarafından çarpık yapılaşmaya açılıyor,

    -Nehirlerimiz, ırmaklarımız, göllerimiz pisletiliyor,

    – İnsan ayağının bastığı her yerde çirkinlikler sergileniyor,

    Ahlâk:

    İnsanlığın evrensel boyutlarından biri de ahlâktır.

    Hiçbir ülke hırsızlıkla, iç-talan ve soygunla, rüşvetle, haram yemekle, rantçılıkla, hortumculukla ilerlemez, yükselmez, ayakta durmaz, sağlıklı olmaz. Hiçbir ülke yalanla, dolanla, aldatmayla pâyidar olmaz.

    Hiçbir ülke evrensel ahlâk ve fazilet kurallarını çiğneyerek sağlıklı, dengeli, kalıcı bir yapıya sahip olamaz.

    İster inançlı olsunlar, ister kâfir olsunlar insanlar:

    – Yalan söylemeyeceklerdir,

    – Emanete hıyanet etmeyeceklerdir,

    – Birbirlerini aldatmayacaklardır,

    – Haram ve gayr-i meşru gelirler elde etmeyecekler, bunları yemeyeceklerdir.

    Bunları yapmazlarsa başlarına bir sürü belâ, musibet, felaket gelir, perişan olurlar.

    Bir toplumun sağlıklı, dengeli olduğu, onun sahip olduğu otomobillerle, asfalt yollarla, cep telefonlarıyla, servetle, lüks ve konforla ölçülmez. Bunlar değer değildir, ölçü değildir.

    Müslüman kimlikli bir ülke ve toplum ile, gayr-i müslim bir ülke ve toplum arasında farklılık vardır. Müslümanları batıran bazı eksiklikler gayr-i müslimleri batırmayabilir.

    Müslümanların birtakım ahidleri, misakları, biatları, verilmiş sözleri bulunmaktadır. Bunlara ihanet ederlerse ayakta duramazlar. Tarihin, kültürün, kimliğin transandantal boyutları ve uzantıları vardır. Bunlar hassasiyetle, dikkatle korunmalıdır.

    Eğitim:

    Ülkelerin ve toplumların sağlıklı olmalarının bir başka temel şartı da iyi, vasıflı, güçlü bir eğitimdir. Çocuklarına, genç nesillerine böyle bir eğitimi veremeyen ülkeler, toplumlar, devletler sarsıntıya uğrar ve sonunda batar. Nasıl batar?.. Elbette ki gemiler gibi batmaz ama batar işte.

    Bir ülkenin eğitiminin birinci vazifesi millî kimliği, millî kültürü, millî kişiliği korumaktır, Millî lisan ve edebiyatı korumaktır, Millî sanatları korumaktır,

    Eğitim genç nesillere şu üç boyutta hizmet vermelidir:

    – Bilgi ve kültür boyutu… Doğru olan inanç ve fikirleri aşılamak.

    – Aksiyon ve ahlâk boyutu… İyi olan fiil ve amelleri öğretmek ve onlara teşvik etmek,

    – Estetik ve sanat boyutu… Güzel olmak, güzelleştirmek, güzeli yakalamak.

    Dünyada hiçbir ideoloji evrensel değildir ve ebediyete kadar pâyidar olmayacaktır.

    Dine sırt çevirip, dine cephe alıp, dini hor görüp de bir ideolojiyi din yerine koymak, din gibi kutsallaştırmak hiçbir ülkeye, hiçbir topluma, hiçbir devlete hayır ve uğur getirmez. Hele bu ülke ve toplum Müslüman ise…

    Çeşitlilik:

    Ülkeleri, toplumları, devletleri ayakta tutan, güçlendiren bir unsur da çeşitliliğin müsbet bir yapıya sahip olmasıdır. Müsbet mânâda çeşitlilik: Zenginlik demektir.

    Bir ülkedeki etnik, dinî, mezhebî, yöresel çeşitlilikler arasında mutlaka uzlaşma ve barış olmalıdır.

    Bu ülkedeki düşmanlıklar ve kutuplaşmalar dış düşmanlar ile onların içimizdeki beşinci kolu tarafından kışkırtılmış, sun’î olarak meydana getirilmiştir. Türk-Kürt, Sünnî-Alevî, Dinci-Lâik, Sağcı-Solcu, Milliyetçi-Kozmopolit kutuplaşmaları Türkiye’nin lehine değildir. Bunlar birer siyasî, sosyal, kültürel yangındır. Kundaklayanlara lânet olsun! Bütün vatanseverler bu yangınları söndürmek için seferber olmalıdır. Bizim kutuplaşmaya, düşmanlığa, çekişmeye değil; uzlaşma ve iç-barışa ihtiyacımız vardır. Ne mutlu bunun için çalışanlara.

    Biliyorum şu yazdıklarım birilerinin hoşuna gitmeyecektir. Fikirlerim bazılarının başını ağrıtacaktır. Lakin bunları yazmaya mecburum. Çünkü Türkiye benim vatanımdır, üzerinde seyahat ettiğim büyük bir gemidir. Onun batmasını istemem, dümenin bozulmasını istemem, kayalıklara sürüklenmesini istemem. Bu ülkenin, bu toplumun, bu devletin tuzunu ekmeğini yiyerek yetiştim. Pek nâçiz de olsa bir hizmetim bulunsun. 08 Aralık 2004