SAHHAFLARDA
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 19 Kasım 1991
Türkiye’de ihtiyaç maddelerinin önem sırasına göre listesi yapılmış; kitap, ikiyüz küsürüncü sırada yer alıyormuş! Allah bilir, belki de müshil gazozundan, çikletten, fare zahirinden sonradır. Zavallı milletimiz kitapsızların pençesine düştükten sonra hesabını kitabını şaşırdı. Çok şükür, bu satırların yazarı istisnâlar içindeyim. Kitap ve kültür benim için listenin başındadır, Ekmek gibi, Su gibi. Havalar soğudu, daha elim değip de kışlık odunumu almadım. Ama kitap aramaktan ve almaktan bir an bile geri kalmam.
Ben yeni yayınlardan çok eski kitapları severim. Yeniler bana yavan geliyor. Bugünkü Türkçe’den ziyade de Fransızca ve Osmanlıca okuyorum. Sosyal ve felsefî konulardaki yeni ıstılahları (terimleri) iyice anlayamıyorum. İrdelemek, imgelemek, simge, anlak, bellek, koşul, moşul, olanak, olasılık, evirgemek… derken mânâyı kaybediyorum. Câhillik fena şey.
Bugün (17 Kasım 1991 Pazar) Beyazıt’ta kurulan kitap ve mecmua sergilerini gezmeğe gittim. Belediyeciler meydanı boşalttırmışlar, bütün esnafı Devlet Kütüphânesi’nin önündeki daracık bölüme sıkıştırmışlar. Neyse yine dört naylon torba dolusu kitap ve dergi aldım. Yalnızım, bizimkilerden yanımda kimse yok (Dostlar şemsiye gibidir, yağmur zamanı bulunmazlar!). Öğle namazını Beyazıt Camii’nde kıldıktan sonra torbalarla ana caddeye kadar yürüyüp bir taksiye atladım ve kapağı eve attım. Bana epey okuyacak malzeme çıkmıştı. Acele etmeliyim, zira bir iki gün sonra yeni kitaplar, mecmualar gelecek, eskiler altta kalabilir.
Dün de Beyoğlu’nda Balıkpazan’ndaki Aslı Han’dan bir şeyler almıştım. Hafta içinde de Selâmiçeşme’den Ferruhzat Hoca’yı (Galatasayar’daki eski öğretmenlerimden) ziyaretten dönerken Kadıköy sahhaflarından bir torba dolusu vesika, gazete ve kitap toplamıştım. Yazımın konusu değişik olsun diye isterseniz bugün size son beş gün içindeki kütüphâne ve arşivime eklenen şeylerin bazısından bahs edeyim.
Birinci Dünya Savaşında Irak cephesinde Kutü’l-amare mevkiinde emrindeki 12 bin kişilik kuvvetle Türkelere esir düşen İngiliz Generali Sir Charles Towshend’in hatıralarının Fransızca tercümesi “Ma Campagne de Mesopotamie (My Campaign in Mesopotamia)”. Bu yenilgi, İngiliz tarihinin büyük hezimetlerinden birim teşkil etmektedir. Nedense bizde sanki unutulmuştur. İngilizlerı yenip Towshend’e ve ordusunu esir alan kazara Mustafa Kemal olsaydı kimbilir bundan ne çok bahs edilirdi. (Bu kitabın İngilizcesi ve bu Fransızca tercümesi bende mevcuttu ama kimbilir hangi dolaptalar?) Bir miktar daha okumak için bu yeni nüshayı aldım. Osmanlı hükümeti, esir Towshend’e çok iyi muamele etmiş. Heybeliada’da bir köşkte yaşatmış, maiyetine yaver bile vermiştir. Mondros Mütarekesi için aracı olan odur.
Gazetenin yazısını burada keseyim ve biraz da ben ilave edeyim: Cumhuriyetin ilânından sonra. İstanbul’da bazı züppe Türkler şapka giymeğe teşebbüs etmişler ve polis tarafından tutuklanmışlardı!
Türkiye’de 1928’e kadar çıkmış gazetelerin bir fihristi yapılsa ne iyi olur.
Boş vakit bulabilirsem bazı kısımlarını tercüme etmeyi düşünüyorum. (İstanbul Üniversitesi müderrislerinden Eb’ul-Ûla beyle yaptığı mülakat, işgal altındaki İstanbul’da Ramazan geceleri vs.)
NİÇİN?
Geçen gün yatsı namazına giderken dört beş kahvenin önünden geçtim. Hepsi de lebâleb doluydu. Hayat, neşe, canlılık, hareket fışkırıyordu herbirinden. Köşedeki televizyonlardan deccal gözü gibi renkli ışıklar çıkıyor, bakanlara yalancı cennetler gösteriyordu. Çaylar içiliyor, sigaralar tüttürülüyor, tavlalar şakırdatılıyor, kahveler höpürdetiliyordu.
Câmiye geldim. Müezzin efendi bütün ışıkları, bir eksiksiz yakmıştı. Binlerce mumluk ziyaların altında birkaç ihtiyar, bir iki emekli üzgün, bitkin, solgun oturuyorlardı. Ezan neşesiz okundu. Sünnetler, farz, vâcib neşesiz kılındı imam efendinin kıraatinde pek neşe ve şevk yoktu. Namaz bitti, cemaat gitti, ışıklar söndü, ne bir merhaba, ne bir musafaha, ne selâm, ne kelâm oldu. Gölgeler gibi geldik, hayaletler gibi döndük.
Bir İslâm büyüğünün “Tafsîlü’n-Neş’eteyn” (İki neşenin, sevincin açıklanması) adlı kitabını düşündüm. Müslümanlık bize hem dünyada hem ebediyet âleminde neşe getirmiyor muydu? Getiriyordu. Peki biz niçin bu neşeyi tadamıyorduk?
Efendiler! Câmileri neşelendirmek, hareketlendirmek için genç, neşeli, faal, cevherli cemaat lâzımdır.
Baksanıza kahvehâneler, gazinolar, diskotekler, sinemalar, tiyatrolar, publar, “cafe ‘ler cıvıl cıvıl, ışıl ışıl, kıpır kıpır cemaatle dolu.
Siz, bu ümmetin paralarını, imkânlarını, enerjilerini, vakitlerin ümitlerini toplayan hizmet erbabı, izninizle sizlere soruyorum: Bu saydığım altın madenlerine ne zaman el atacaksınız?
Onlar câmiye gelmiyorlar. Gelseler de çeşitli aksaklıklar ve ihânetler yüzünden câmi erbabının onlara verebilecek bir şeyi yoktur O halde bu ümmetin önderleri tebliğ ve dâveti kıraathanelere, diskoteklere vb. toplanma yerlerine götürmeye mecbur değiller mi?
19.11.1991