Sahteler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 02 Şubat 2019
Yakın tarihimizde, bilhassa elli altmış yıl önce bazı gıda ve ihtiyaç maddeleri konusunda çok sıkıntılar çekilmiştir. İkinci dünya savaşı yıllarında kahve yoktu. Nohutu ve arpayı kavurup değirmende çekiyorlar, kahve niyetine içiyorlardı. Ekmek vesika ile veriliyordu. Çok zarurî ve lüzumlu ilaçlar bulunmuyordu. Bugünküne nisbetle az sayıda motorlu vasıta vardı. Onlar için gerekli lastik ve yedek parça yoktu. O zamanın ustaları tamir hususunda hârikalar meydana getiren çok hünerli ve mârifetli kişilerdi.
Adnan Menderes zamanında ithalat bugünkü kadar kolay değildi. Hiç unutmam, Erzurum’da yedeksubaylık yaparken bizim bölüğün koğuşuna bir çalar saat lazım olmuştu. Saat tamircilerini aramış, Hazret-i Nuh Nebi zamanından kalma pek hurda ve külüstür bir eski zaman saati bulup almıştım. Bir kusuru vardı: Günde tam bir saat ileri gidiyordu…
Zamanımızda bolluk var. Büyük kısmı Çin’den ve diğer Uzakdoğu ülkelerinden gelme binlerce çeşit mal, bedava denilecek ucuz fiyatlarla satılıyor. Bu bolluk ne kadar sürer dersiniz? İktisadî hayatta bolluk devreleri ile darlık devreleri birbirini takip edermiş. Bu devirde mal konusunda, eşya konusunda bolluk var da, vasıflı insanlar ve kurumlar konusunda ortada çok boşluk ve sahtelik var.
Geçenlerde bal konusunda bir yazı yazmıştım. Herifler bir bal atölyesi açıyorlar. Çuval çuval şeker, glikoz geliyor. Bunlar kazanlarda bal kıvamında şerbet haline getiriliyor. İçine yüzde yüz kimyevî bal aroması (esansı), şerbete bal rengi veren boya konuluyor. Sonra kavanozlara dolduruluyor, etiketleniyor ve bal diye satılıyor. Bunların bal olmadığı fiyatlarının ucuzluğundan bellidir. Devletin, belediyelerin tahlil laboratuvarları yok mudur ki, bunlar araştırılıp sahtekârlar cezalandırılmıyor?
Zengin, edebî, medenî Türkçe üç büyük lisanın bir araya gelmesinden oluşmuş bir kültür diliydi. Onu baltalaya baltalaya, arındıra arındıra, sadeleştire sadeleştire kuşa çevirdiler ve bugünkü bir kaç bin kelimelik uyduruk ve sade suya tirit sahte öz-Türkçeyi karşımıza çıkarttılar.
Bizim büyük, şanlı bir tarihimiz vardı. Onun yerine balığın kavağa tırmanma hikayeleri, bir takım mavallar ve masallarla dolu sahte bir tarih yazdılar.
Çok değerli, çok mânalı bir mimarîmiz vardı. Onun yerine ruhsuz ve sahte bir anti mimarlık koydular.
Asıl kimliğimizi, kültürümüzü, kişiliğimizi unutturup onun yerine sahte, uyduruk, derme çatma, sun’î bir kimlik, kültür ve kişilik imal ettiler.
Eskiden, evler öncelikle mal değil, yuva idi. Sahteciler evleri mal yaptılar, ruhsuz ve sahte mekânlar haline getirdiler. Venezuela evi mi, Norveç evi mi, Honduras evi mi anlaşılmaz.
Dünyanın nice akıllı, marifetli toplumu kendi millî-yerli otomobillerini üretirken bizim sahtekârlar sahte Türk otomobilleri imalatı ile geçirdiler son kırk küsur yılı.
İsviçre Medenî Kanunu’nu (tercüme yanlışları yaparak) çevirdiler üzerine “Türk Medenî Kanunu” yazmakla kanunu millî yaptıklarını sandılar. Ben İsviçrelilerin yerinde olsaydım tercüme ve telif hakkı isterdim Ankara’dan.
İtalyan Ceza Kanunu’nu tercüme ettiler, başına Türk sıfatını koydular, oldu Türk Ceza Kanunu. Ne kadar kolay ve ucuz değil mi?
Laiklik laiklik diyorlar, bu konuda mangalda kül bırakmıyorlar. Soruyorum: Bizdeki laiklik sahici midir, sahte mi? Bütün din müesseseleri, okulları, ilahiyat fakülteleri, camiler, dinî faaliyetler devlete sıkı şekilde bağlı ve sonra bu sistemin adı laik. Bu laiklik midir, sahte laiklik mi?
Bizdeki kadın hürriyeti, haysiyeti de pek hakikiye benzemiyor. Üzerinde devletin TC’li damgası bulunan “Vesika”larla hayat kadınlarına “çalışma” izni ve ruhsatı veren bir düzenin kadın haklarından, hürriyetlerinden, haysiyetinden bahsetmeye hakkı var mıdır?
Bizim resmî ve ideolojik millî (veya gayr-i millî) eğitimimiz de sahte bir eğitimdir.
YÖK’ün zincirleriyle bend edilmiş üniversitelerimiz şimdiye kadar bu ülkeye, bu halka bir tek Nobel veya benzeri uluslararası ödül kazandırabilmiş midir? Heyhat!
Piyasada birtakım sahte romancılar, sahte edipler, sahte sanatkârlar, sahte ünlüler var. Kadın dünya çapında opera şarkıcısı geçiniyor, ama piyasada tek plağı yok. Çünkü sesi yok. Sesi olmayan kişi ses sanatkârı olabilir mi? Bizde olur, çünkü o bayan iki kimlikli bir kişidir, yandaşları ve dindaşları onu tutar, yükseltir.
Bayım romancı. Değersiz kitapları düzinelerce dile çevrilmiş, çuvalla telif ücreti kazanmıştır. Romanlarını okumak istiyorsunuz. Mümkün değil. Tek telli kemençe gibi boyutsuz, ahenksiz bir Türkçe, konular intihal (çalıntı), sıkıcı ve usandırıcı bir üslup. Peki bu adam niçin bu kadar tutuldu, meşhur oldu? Bunu bilemeyecek ne var? O da iki kimliklidir. Madalyonun bir tarafında Türk-İslâm kimliği görünür, arka gizli yüzünde Yahudi-Sabataycı kimliği. Böyle bir kişi ünlü, zengin, tanınmış olmaz da ne olur?
Bizde sahtekârlık, kokuşma gibi genelleşti, her yeri ve kesimi sardı. İslâmcılar, milliyetçiler, Türkçüler içinde de var. Müslüman haram yer mi? Müslüman ihalelere fesat karıştırır mı? Müslüman malı götürür mü? Bunlar Müslüman değildir, sahte Müslümandır!
Filanca kişi ülkücü mafyaya mensupmuş. Yahu ülkücülüğün mafyası olur mu hiç? O ülkücü değil, sahte ülkücüdür. Şucunun bucunun bozuğu olur. Zaten onlar temelden bozuktur. Lakin dindarın Türkçünün bozuğu olmaz. Bozuksa dindar veya Türkçü değildir.
Ben Marksizme karşıyım. Lakin Marksistin sahicisi olur, sahtesi olur, bizdekilerin kısm-ı azamı (büyük çoğunluğu) sahtedir, eyyamcıdır.
Yakın tarihimizde ne kadar büyük ve küçük kahraman var. Bunların hangileri hakikî, hangileri sahtedir.
Bizdeki demokrasi gerçek midir, sahte mi? Fikir adamlarının, yazarların, aydınların yazıları, fikirleri, görüşleri, inançları, tenkitleri yüzünden Ağır Ceza’larda, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanıp hapse mahkum edildikleri bir düzen gerçekten demokrat olabilir mi? 18 Şubat 2004