Salı

 

Ahmed Hâşim bir yazısında İstanbul’un geçirdiği büyük yangınlardan sonra mimarî bakımdan çirkinleşmesini şöyle anlatıyor:

“Gülünç bir resim levhasına bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikiyi dinlememek suretiyle bunların muzır tesirlerinden ruhumuzu vikaye edebiliriz. Fakat fena bir mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Âciz bir muhayyile, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekle inkılap edince, bütün bir şehrin mânevî sıhhatini nesillerce bozmak kudretinde bir tehlike olur.”

Türkiye son kırk yıl içinde çirkin bir mimarlığın istilâsına mâruz kalmıştır. İğrenç, ruhsuz, pis, anti-estetik bir yapılaşma bir kâbus gibi ülkemizi sardı. Her gün bunları göre göre içimiz kararıyor. Son elli yılda Türkiye’de iki büyük temel bozuldu, tahrip edildi:

Biri lisan, diğeri mimarlıktır.

Mimarlığın bozulmasından dolayı en fazla mimarlar şikayet ediyor. Halbuki her çirkin yapının projesinde bir yüksek mimarın imzası yok mudur? Ana caddelerdeki büyük binalara levhalar asmalı, “Ey yolcu, önünden dehşet duyguları içinde geçtiğin bu yapının projesini çok yüksek, anlı şanlı mimar filanca hazırlamıştır” demeli.

Ahmed Haşim ahenksiz bir musikiyi dinlememekten bahsediyor. O tarihte gramafonlar vardı, pek pratik âletler değildi. Onlardan kaçmak ve kurtulmak mümkündü. Ya şimdiki müzik kirliliğinden, kakafoniden kaçmak kolay mıdır, mümkün müdür? Her yer radyo ve teyp dolu.

Bazen sokaklarda, kulaklıkla müzik dinleyen gençler görüyorum ve kendilerini içimden tebrik ediyorum. Hiç olmazsa o kalitesiz, berbat, zevksiz gürültüyü sadece kendileri dinliyor, dışarıya taşırmıyorlar.

Görmemiş, türedi, şımarık, kendini bilmez, ne oldum delisi bazı gençler otomobillerinin teybini sonuna kadar açıyor ve araba sizin yanınızdan geçerken iliklerinize kadar ürperiyorsunuz. İçeride üç dört genç, yılışık yılışık gülüyorlar, ağızları kulaklarına kadar yayılmış. Aman ne gençlik ne gençlik.

Yine mimariye dönelim. Her çirkin bina, her çirkin yapılaşma bir şiddet hareketidir. Halk bunca çirkinliğe ve şiddete maruz kala kala kendi millî kültürüne, kişiliğine ve millî kimliğine yabancılaşıyor.

Bu memlekette ne kadar güzellik varsa hep eskiden kalmıştır. Ülkemizde tarih boyunca onbeş-yirmi medeniyet var olmuş. Hepsinin ayrı ve güzel mimarlığı varmış. Hititler, eski Grekler, Romalılar, Bizans, Selçuklu Devleti, beylikler, Osmanlılar anıtlar yapıp bırakmışlar bize.

Şimdi ise heyûlâ gibi beton yığınları. İğrenç cepheler, iğrenç pencereler, iğrenç kapılar. Topraktan yapılmış basit ve ilkel binalar bile güzel de yeni yapılar genellikle niçin değil? Hangi turist, hangi sanat kültürüne sahip insan yeni bir apartımanın, hanın, okul binasının, şirket merkezinin resmini çekiyor? Değer mi?

Osmanlı Devleti’nin son resmî hizmet binası Sultanahmet’teki cezaevidir. 1919’da, imparatorluğun batmasından üç yıl önce yapımı bitmiştir. Cezaevlerinde fazla sanat ve estetik aranmaz. Adı üstünde hapishanedir. Lâkin Sultanahmet hapishanesi bir mimarlık âbidesi, bir sanat şaheseridir. Nitekim yıktırılmamış, beş yıldızlı bir otel haline getirilmiştir.

Son elli altmış yıl içinde yapılan hangi okul binası Sultanahmet cezaevi kadar güzeldir? Maalesef hiçbirinin mimarî kıymeti yoktur, hepsi de berbattır.

Türkiye dünya çapında büyük mimarlar yetiştiremiyor. Artık bizde bir Sinan, bir Sedefkâr yok. Bu ideolojiyle elbette olmaz. Maziye ve ecdada sövecekler, eskiye ait her şeyi kötüleyecekler, Türkiye’ye güç, enerji, üstünlük, vasıf kazandıran İslâm’a cephe alacaklar, millî kimliği inkâr edip kör bir taklitçilik yoluna sapacaklar, Lâtincilik ve ladincilik yapacaklar ve sonra da büyük mimarlar, büyük edibler yetiştirecekler; mümkün müdür bu?

1908’den bu yana geçirdiğimiz tarihî ârızalar yüzünden Müslüman kesim de çok bozuldu. Son kırk yılda kırk bin yeni cami yaptırıldı, bunların ancak kırkı mimarî bakımdan güzel, geri kalan otuz dokuz bin dokuzyüz altmışı çirkin ve değersiz. Kur’ân kursları, İmam-Hatip mektepleri, Müslüman talebe yurtları için binlerce bina yaptırıldı. Bunların bir teki bile Osmanlı’nın can çekiştiği devirde yaptırılan Sultanahmet Hapishanesi kadar güzel değildir; çirkin, sanatsız, şahsiyetsiz yapılardır.

Amerika’da, Avrupa ülkelerinde, ileri ve medenî dünyada her yıl yeni yapılan meskenlerin yüzde doksan beşi bahçeli müstakil evlerdir. Bizde ise çirkin çirkin apartmanlar, bloklar yapılıyor. Kırsal kesimde bile yan yana, aralarından hava bile zor geçen sıkışık nizam villalar inşaa ediliyor. Arsa ve mesken spekülatörleri daha çok para kazanmak için arada fazla boşluk bırakmıyor. Bunları yapanlardan çok alanlara kızmak gerek.

Fransa’nın Grenoble şehrinde bir “Toprak Mimarisi Enstitüsü” (Craterre) var. Sırf pişmemiş topraktan binalar, villalar yapıyorlar, bunun ilmini tekniğini öğretiyorlar. Büyük bir “Toprak Mimarisi Ansiklopedisi” çıkartmışlar, kitaplar yayınlamışlar. Bizde niçin böyle enstitüler, akımlar yok. Çünkü kafalarımız, zihniyetimiz, ruhumuz betonlaştırılmıştır.

İstanbul’da hem zelzele bekleniyor, hem de harıl harıl beton ve berbat inşaatlar yükseliyor. Alışmış kudurmuştan betermiş, yıkılıncaya kadar yapacaklardır. Zaten her insan ölmek için doğarmış, her bina da harap olup yıkılmak için yapılırmış.

Parası ve serveti yeterli ve müsait olduğu halde, mesken veya işyeri olarak çirkin bina yaptıran kişiye ne kadar acınsa ve esef edilse azdır. Zavallının kültürü yok, ufku dar, berbat bir mimarla anlaşıyor ve onmilyonlarca lira harcıyarak gudubet, iğrenç, rezil bir bina yaptırıyor.

Şimdi köylerde bile apartıman modası çıktı. Almanya’da çalışan veya tarla satıp bol paraya kavuşan nice köylü beş altı katlı beton apartımanlar diktiriyor. Apartımanlar, blok binalar ruhların hapishanesidir.

Eskiden bir Osmanlı mimarisi vardı. Artık modern Türkiye’nin kendine mahsus bir Türk mimarisi yoktur. Zaten bir Türk resmi, modern bir Türk sanatı da yoktur. Kendimize mahsus kılık kıyafetimiz var mı? Japonların kimonoları var da, bizim zaman zaman giyebileceğimiz özel elbiselerimiz yok. Japonlar Japon evlerinde oturuyorlar, yer yatağında yatıyorlar, yer sofrasında yemek yiyorlar da bizim kendimize mahsus evlerimiz, döşemelerimiz niçin yoktur? Türkiye’de niçin Türk bahçeleri yoktur? Kimliksiz, kültürsüz, lisansız, edebiyatsız, mimarisiz, sanatsız, kişiliksiz kalmışız. 21 Haziran 2000