Savaşın Getirdiği Felâketler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Şubat 2019
Cuma
Rahmetli annem babam Birinci Dünya Savaşı yıllarını yaşamışlar. O büyük ve kanlı savaşta, dört yıl boyunca halk çok acı ve sıkıntı çekmiş. Cephelerde seller gibi kan akmış. Sadece Çanakkale’de çeyrek milyon zabit ve askerimiz şehit olmuş. Ya öteki cepheler… Sarıkamış’ta yüz bine yakın askerimiz bir gece soğukta donarak can vermiş. Yemen, Hicaz, Irak, Suriye, Filistin, Galiçya…
Savaşın getirdiği açlıktan ve kıtlıktan dolayı da büyük kayıp verilmiş. Bir de katliamlar olmuş. Tarihçi Ahmet Refik beyin “İki Komite, İki Kıtal” adlı kitabını okursanız ne demek istediğimi anlarsınız. Ermeniler doğuda Rus ordusunu kurtarıcı gibi karşılamışlar, bilhassa Van’da Müslüman vatandaşlarına ve komşularına büyük zulümler etmişler. Meşhur Ermeni tehciri meselesi bundan sonra olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı felâketlerini kitaplardan okumuş, yaşlılardan dinlemişimdir. Ne facialar, ne korkunç haller… Lisan bunları anlatmaktan âcizdir.
Ülke, ahali, devlet böyle bir ateşin içindeyken hırsızlar, dolandırıcılar, vampirler, namussuzlar ve şerefsizler soymaya, vurmaya, götürmeye hiç ara vermemişler. Harp zenginleri türemiş, bulgur ve vagon yolsuzlukları ile efsanevî servetler kazanılmış. Zarurî ihtiyaç maddeleri vesika ileymiş. Ölüleri gömmek için kefen bezi bile resmî bir komisyonun izni ile veriliyormuş. Kefen yolsuzluğu bile yapılmış.
Halk sürünürken, askerlerimiz cephelerde can verirken türediler, vatan hainleri, Drakulalar keyiflerine bakıyormuş. Yemeler, içmeler, Adalarda zevk u sefalar, metresler, balolar, her türlü fuhşiyat…
İkinci Dünya Savaşı yıllarında çocuktum, ilkokuldan itibaren yatılı okuduğum için, harp yıllarının kışlarını İstanbul’da geçirdim. Türkiye savaşa girmemişti ama yine çok sıkıntı çekildi. Ekmek vesikayla idi. Eskiden deftere benzeyen nüfus cüzdanları vardı. Benim neslimin nüfus cüzdanları damgalarla doluydu. “Birinciteşrin 1940 ekmek karnesi verilmiştir…” şeklinde. İkinci Dünya Savaşı yıllarında da vurguncular, muhtekirler, istifçiler büyük servetler kazandı. O zamanın karikatür dergilerinin koleksiyonlarını karıştırırsanız muhtekirler hakkında yüzlerce karikatür ve fıkra görürsünüz. 1940’larda Türkiye üç hastalıkla kırılıyordu. Verem, sıtma ve frengi. Batı Karadeniz bölgesinde, bütün halkı frengili olan köyler vardı. Bu hastalığın ilerlemiş safhasında, cüzzamda olduğu gibi insanların vücutlarında, yüzlerinde korkunç yaralar çıkar, gözleri kör olur, elleri dökülmeye başlar.
Maddî yokluklar yetmiyormuş gibi büyük şehirlerde sıkıyönetim ilan edilmişti ve konuşanın, tenkit edenin canına okunuyordu. O zaman devletin dehşetli bir otoritesi vardı. Bir jandarma onbaşısı on köyü titretirdi, bir gece bekçisi mahallenin çocuklarını korkutmaya ve uslandırmaya yeterdi.
Halk fakr u zaruret içinde inlerken tek parti iktidarının Millî Şefi İsmet İnönü hazretleri özel beyaz treniyle seyahat ederdi. Teknik ünivertisede okuyan oğlu yakındaki Dolmabahçe Sarayı’nı yurt olarak kullanırdı. Demokrat Parti iktidara geçince, Mahdum-i şehriyarî için sarayda yapılan kalorifer masrafları hakkında Meclis’e soru önergesi verildiğini hatırlıyorum.
Almanlar Türkiye’yi kendi saflarında savaşa sokmak için çok uğraşmışlar, çok telkinat ve “teşvikatta” bulunmuşlar ama başarılı olamamışlardı. İkinci Dünya Harbi’nin başlarında bizim meşhur ve mâlûm Cumhuriyet gazetesi Nazi Almanyası taraftarıydı. Nadir Nadi’nin Almanya’yı öven başmakaleleri koleksiyonlarda mevcuttur, isteyen okuyabilir.
Savaşın da türleri vardır. Müdafaa savaşları zaruridir. Ülkemiz, devletimiz, milletimiz, varlığımız tehlikeye girince elbette savaşılması gerekir. Böyle bir savaşta yediden yetmişe bütün vatansever halk kanını dökmeye, fedakârlık yapmaya hazırdır.
Ancak bazı savaşlar vardır ki, onlar maceradır. Türkiye’nin, komşusu ve din kardeşi Irak ile hiçbir anlaşmazlığı bulunmamaktadır. Bizim menfaatimiz onunla savaş yapmakta değil, ticaret yapmaktadır. Amerika bizi kendi safına çekmek için yirmi küsur milyar dolar verecekmiş. BizIrak ile ticaret yapsak, karşılıklı münasebetlerimizi geliştirsek ondan daha fazlasını sulh ve sükûn içinde helâlinden kazanabiliriz. Hem de güneydoğu bölgemizin halkı refaha kavuşmuş olur.
Allah korusun ülkemiz bir savaşa girerse, bir müddet sonra hürriyetler askıya alınacak ve sıkıyönetim ilan edilecektir. Ondan sonra tenkit etmek, görüş beyan etmek, doğruları söylemek son derece zorlaşacaktır.
Mevcut iktidarı, sayın kabine üyelerini ve bütün namuslu ve vatansever bürokratları ve sorumluları tenzih ederek yazıyorum: Yaklaşan savaşta vurgun vurmak isteyen namussuzlar, hainler, şerefsizler, eşkıya, vampirler pusuda beklemektedir. Bunlar at sinekleri gibidir. (Siz at sineklerini bilir misiniz?), kurtulmak mümkün değildir.
Geçen sene Washington’da bir otel odasında birkaç Amerikalı Yahudi ile iki Türk arasında iki saat süren gizli bir görüşme yapılmış.Bu toplantıda Türkiye elçisi bulunmamış, görüşmenin zabıtları tutulmamış. Peki neler konuşuldu, ne gibi anlaşmalara varıldı, hangi sözler ve tavizler verildi? Bunları bilen yok…
Meclis’ten karar çıkmadı ama Amerikan silâhları ve askerleri topraklarımıza çıkmaya başladı. Bu nasıl oluyor? Vaktiyle Acem Şahı “Gemi niçin hareket etmiyor?” diye sormuş. “İstim gelmedi” demişler. O da, “Hemen hareket edilsin, istim sonradan gelsin” buyurmuş… Bizdeki bazı şahlar da, Meclis istimi sonradan gelsin mi diyorlar?
Ben yaşlandım, artık askere çağırmazlar. Savaş uzarsa, Ortadoğu’da yangın büyürse yedekler de askere çağırılacaktır. Hürriyetlerin askıya alınması, sıkıyönetim ilân edilmesi de muhtemeldir. Ondan sonra neler olur, bunları yazmak istemem.
Ben öteden beri siyasî sistem, yönetim tarzı ile devleti birbirinden ayırırım. Devletin korunması taraftarıyım. Bozuk olan devlet değil; sistem, siyasî rejim, düzen ve yönetimdir.
Bir Türkiyeli olarak ülkemin bütünlüğünün korunmasını isterim. Türkler ve Kürtler bu vatanda etle tırnak gibidir, ayrılamazlar. Türk ve Kürt nüfus ülke sathında dağınık ve karışık olarak yaşamaktadır. Hukuka, insan haklarına, adalete, fazilete dayalı bir Cumhuriyet olsun isterim ama ülkemin parçalanmasını, devletimin zaafa uğrayıp yıkılmasını asla istemem.
Türkiye’nin en güçlü, tesirli, esrarlı lobisi olan Sabayatcı lobi savaşı bahane ederek saltanat ve hakimiyetini güçlendirmek isteyecektir.
Savaş konusunda Yahudilerle, Siyonistlerle, Sabataycılarla aramızda derin görüş ayrılıkları bulunuyor. Onların menfaatleri ile Türkiye’nin millî menfaatleri taban tabana zıttır. 22 Şubat 2003