Yakup Kadri’nin Çarşaf ve Peçeye Övgüsü

Sayın Tuncay Özkan, zat-ı âlinize bu sütunlarda

bir açık mektup yazmıştım.

Ona www.tuncayozkan.com adlı internet sitesinde yedi sayfalık bir cevap lütfetmişsiniz. Henüz tamamını okuyamadım.

Baş tarafında bir kısım kadın vatandaşlarımızın giyimi olan çarşafı kötülüyor, hor görüyor, çirkin buluyor, hattâ tahkîr ediyorsunuz.

Buna hakkınız var mıdır? Çarşaf giyen kadınlarımız devletimizin, TC’nin vatandaşlarıdır. Onlar doğrudan doğruya veya eşleri devlete vergi ödüyor, çocukları torunları askerlik hizmeti yapıyor, hem de yurdun mahrumiyet bölgelerinde bin sıkıntı çekerek.

Zenginlerin, ikbal ve servet sahiplerinin, kodamanların çocuklarının gönderilmediği yerlere gönderiliyor çarşaflıların oğulları.

Onlar bu vatanı seviyorlar, çarşaf giyiyorlarmış, buna kim karışabilir?

Çarşaf çirkin ve itici bir kıyafet midir?

Sizin beğenmediğiniz belli. Geliniz yakın tarihimizin büyük edebiyatçılarından, güçlü kalemlerinden

Yakup Kadri’yi bu konuda hakem ve bilirkişi yapalım.

Bu zat, 1915’te

“ÇARŞAFA ve PEÇEYE DAİR”

başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Bu yazının tamamını aşağıda okuyacağız. Peşinen şunu söylemek isterim ki,

Yakup Kadri bu yazıyı dindarane duygularla, bir sofunun gözlüğünden bakarak yazmamıştır. O dindar olmayan bir edebiyatçı, bir aydın, bir estetdir.

Bakınız ne yazıyor:

ÇARŞAFA ve PEÇEYE DAİR

Yazan: Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)

Bu çirkin asrın ve bu çirkin muhîtin (ortamın) yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Yalnız bunlardır ki, gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak arzûsunu veriyor.

Niçin onlardan müştekî
(şikâyetçi)
gibisiniz? O mazrûfa
(zarfın içindekine),
bu zarftan daha muvâfık (uygun) ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül edemiyorum.

Siz bizim aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıskançlığımızın mutî
(uysal)
mahbûseleri değil misiniz? Vücudunuzun şeklini alan bu dil-firîb (cazibeli, alımlı)
mahbesi, sizin etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimâmımız, bizim muhabbetimiz ördü. Sizi güneşten, havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki, o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık değil mi ki, -ma’azallah- o gözlerin harîmine kolayca lâubâli bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın?

Düşündük ki, belki bilmeyerek, belki farkına varmayarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız belki, bilâ-ihtiyar (elde olmayarak), birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir (duruverir).
Onun için yüzünüzü örttük. Zira tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz anlıyor, biz biliyorduk. Gönlümüz onların öyle lüzumsuz yere heder olmasına acıdı da, bir ipek mahfaza içinde muhâfazalarına lüzum gördü. Çünkü siz hilkaten (yaratılıştan)
müsrifsiniz (elindeki kıymeti boşa harcayan), hazinelerinizin bahasını bilemezsiniz.

İnsanlar, kadınlara tehakküm (hüküm) ettikleri gündür ki tabîate gâlip geldiler. Cemiyetlerin
(toplumların)
ve medeniyetlerin esasını bir erkeğin kıskançlığı kurdu. Memleketlerden, vatanlardan evvel, ilk müdafaa edilen kadındı. Bana inanınız bütün bu evler, bu mâbedler ve bu şehirler sizin için yapıldı ve sizin açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde derhal evler yıkıldı, mâbedler harap oldu, şehirler çöktü. Çünkü, sizin mahbesleriniz, o yerlerin surları idi, kaleleriydi.

Niçin başka cinsten
(toplumlardan)
kadınlara bakıp da başınızda garip mütâlealara (görüşlere)
meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu, unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unutmuyorsunuz?

Söze başlarken size demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih
(huzurlu)
yaşamak için bu kanaat size kifâyet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki, bana muhabbeti öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor, bâhusus (özellikle)
memlekete muhabbeti…

Zira sizin bu örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki, minarelerden ve o al râyetten
(kırmızı bayraktan) sonra bu serseri ruha bir râz-âşinâ melce
(dost sığınak)
ve bir emin mersâ
(güvenli liman)
saadeti veriyor. Peçenizin kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona uzanması ihtimâli bile, gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmiyen bu tenbel ve yorgun ruhda, beldeler yıkacak, burc ü bârûlar (kaleler ve kuleler) devirtecek bir ateş alevliyor.

Gördünüz mü? Peçenizden bahsederken, haşin adımlarla, yüksek surlar etrafında dolaşan bir eski kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki, bunların hiç birini yapmıyacağım, fakat emin olunuz ki, şu dakikada çok samimiyim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince (yönelince),
kendimi her şeye kadir
(gücü yeter)
farzediyorum. Tarih, menâkıb-ı beşeriyeyi
(insanlık destanlarını) dolduran en büyük kahramanlıklar, bana birer çocuk oyunu gibi geliyor.

Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhîtin ortasında, asâlet (soyluluk)
ve zerâfete yegâne dâl
(delil ve âlâmet)
olarak, bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzîl
(rezil etmek)
için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu gürûha (şuursuz kalabalık)
peyrev olmak
(peşinden gitmek)
size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde
(üstünde),
onların haricinde (dışında) biliyorum. Siz mestûr (örtülü, gizli, hayalı, namuslu)
ruhlardan değil misiniz? Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin İlâhı, sizi bu sıfatla sâir mahlûkat arasında mümtaz (seçkin) kılmamış mıydı? Siz O’nun halkettiği (yarattığı)
cennet-âsâ
(cennet gibi)
âlemin meleklerisiniz. O, “Kitab”ında (Kur’ân-ı Kerîm’de)
sizin isminizi zikretti. O vakitten beri siz, mukaddesat meyânına
(arasına)
girdiniz. Artık ne hâle
(bugüne),
ne mâzîye
(geçmişe),
ne de âtîye
(geleceğe)
mensupsunuz… Yalnız unutmayınız ki, size bu mertebeye
(yüksek dereceye),
bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim kıskançlığımız is’âd etti (yükseltti).

(Aralık 1915)


Yakup Kadri’nin bu nefis edebî yazısını okuduktan sonra ilk belirtmemiz gereken gerçek, onun övdüğü eski çarşaf ve peçelerle bugünkü çarşaflar arasında sanat, estetik ve güzellik bakımından denklik olmadığı hususudur.

O tarihte muazzam Osmanlı Devleti’nin bütün yüksek tabaka, idareci, seçkin aile kadınları çarşaf giyiyor, çoğu peçe takıyordu.

Saray hanımları, sadrazamın hanımı, nazırların (bakanların) hanımları, paşaların (generallerin) hanımları, valilerin, yüksek bürokratların, büyük gazetecilerin velhasıl bütün hanedan (soylu) ailelerin hanımları… Sonra tarihî ârızalar oldu, çarşaf ve peçe gözden düştü, yüksek tabaka millî kimlik, kültür, geleneklerden uzaklaştı; çarşafı şu anda bazı cemaatler, tarikatlar, gruplar giyiyorlar. Onlar da ülkenin üst, seçkin, nüfuzlu, tesirli, temsilci grupları değil.

Yakın tarihimizin büyük gazetecilerinden merhum

Refi’ Cevad Ulunay

defalarca yazmıştır:

Eski çarşaflarla bugünkü çarşaflar bir değildir…

diye.

Sayın Özkan, şöyle diyorsunuz: “Allah’a şükür annem halen sağ ve başörtüsü kullanmaya devam ediyor. Neden mi kara çarşafa karşıyım Sayın Eygi? Çünkü Türk geleneklerinde bulunmaması nedeniyle karşıyım, kültürümüzde yer almaması nedeniyle karşıyım, estetik duygularım nedeniyle karşıyım, siyasî bir sembol ve Türkiye’deki yobazlığın simgesi olması nedeniyle karşıyım. Ben suçlu muyum yoksa efendim?”

Cevap:

Başörtülü validenize selam ve hürmetlerimi arz ederim… Çarşaf Türk gelenekleri dışında değil içindedir, kültürümüzün bir parçasıdır…

Estetik midir, değil midir? Yukarıda yayınladığım Yakup Kadri’nin yazısına bakınız… Siyasî bir sembol müdür? Kesinlikle değildir. Dinî bir kıyafettir, bir değerdir, bir semboldür… Yobazlığın simgesi asla değildir.

Beni bağışlayınız, yüksek hoşgörünüze ve müsaadenize sığınarak,

asıl yobazlık çarşaf düşmanlığı yapmaktır

diyorum… Suçlu musunuz?.. Suçlu kelimesi ağır kaçacak,

şartlanmışsınız.

(Pawlov’un köpekleri gibi.. REB)

Sultan Abdülhamid Han taht’a çıktığında İstanbul hanımları çarşaf giymezlerdi. Çarşaf ve peçeyi padişah emretmiştir, sebebi de şudur:

Bir ikindi namazından sonra Şehzadebaşı’nda sadece kadınlara mahsus vaazdan çıkan genç bir hanıma birtakım serseri itler sarkıntılık etmişler, el uzatmışlar, büyük hadiseler olmuş, Padişah bunu duyunca bütün kadınlar çarşafa girsinler, yüzlerini de örtsünler, böyle edepsizlikler, hayâsızlıklar olmasın diye ferman buyurmuş. Daha sonra biraz pişmanlık duymuş. Onun sebebi de şu: Birtakım komitacılar, rejim düşmanları, padişah hainleri kadın kılığına girebilirler, yüzlerini de peçeyle de örtebilirler diye.

Sayın Özkan, bana verdiğiniz cevapta insaflı bir lisan ve üslup kullandığınız için sizi tebrik ve takdir ediyorum, çok teşekkür ederim. Meşhur İtalyan edîbi Umberto Eco’nun

“L’Espresso”

dergisinde

türban, hicap, çarşaf, tesettür konusunda düşünce ve duygularını dile getiren

bir yazısı çıktı.

Dünya çapında ünlü bu yazar kadınların örtülerini savunuyor, bu örtüleri estetik buluyor,

“Ve işte bütün resim tarihinde gerek Meryem Ana’nın gerekse mümin kadınların, zarif Müslüman kadınlar gibi örtülü olmalarının nedeni budur” diyor.

Sayın Özkan, cevabî yazınız çok uzun, bazı iddialarınıza polemik çıkartmak maksadıyla değil, sohbet mahiyetinde olmak üzere ileride yanıt vereceğim. Hürmetlerimle… 01 Mart 2007