Pazartesi

 

Seçimler zamanında yapılacak…

Seçimlere hile karıştırılmayacak… Baskı yapılmayacak… Ondan sonra her şey düzelecek, bütün işler yoluna girecek, çıkmış bütün çiviler yerine çakılacak… Huzur, mutluluk ülkeye hâkim olacak…

Oh gel keyfim kekâh… Böyle düşünenleri uyarmak gerek. Ya birileri yukarıda anlattığım şeye izin vermezlerse?.. Yapılması planlanan şeyleri yaptırmazlarsa… Devleti, ülkeyi savaşa sokar, sıkıyönetim ilân ettirirlerse…

Birileri, Nisan’da ne kadar kolay bir şekilde cumhurbaşkanı seçeceklerini sanmışlardı… Sonra neler oldu?.. Kimse bundan sonra olmaz efendim olmaz demesin… Her şey olabilir… Havada acayip bulutlar dolaşıyor, soğuk rüzgârlar esiyor, barometre düştükçe düşüyorsa bilin ki, fırtına yaklaşmaktadır.. Beyler, hanımlar!.. Yatakta uyuyorsunuz, koltukta kestiriyorsunuz, eyvallah, lâkin ayakta uyumayın… Otobüsü şarampole yuvarlayacaksınız, gemiyi kayalıklara bindireceksiniz…

Uyanık olalım… Gaflet İçindeyiz

Türkıye’nin çoğunluğu teşkil eden Müslüman halkına birçok öğütler verilmiş, uyarılar yapılmıştır. Onların

“bilmemek”

diye bir mazeretleri yoktur.

Öncelikle bu halka Allah nasihat etmiş, uyarılar yapmıştır. Kur’ân nedir? Allah tarafından bir uyarı ve öğüttür. Allah’ın elçisi olan Peygamberin emirleri, yasakları nedir? Onlar da öğüttür, uyarıdır. Ashab-ı Kiram, Tâbiîn, Tebe-i Tabiîn, Selef-i Salihîn; onlardan sonra her asırda yaşamış din kitabı yazmış büyük âlimler bugüne kadar hep nasihat etmişler, uyarmışlardır. Elimizde bulunan ilmihal, İslâm ahlâkı, fıkıh, tasavvuf kitapları hep kurtarıcı öğütlerle ve uyarılarla doludur.

Dinimiz,

“Bunları mutlaka yapın… Şunları sakın yapmayın… Şöyle yaparsanız sizin için iyi olur, böyle yaparsanız kötü olur… Şunlarda sizin için faydalar, bunlarda zararlar vardır…”

demektedir. Bütün bunlar hep öğüt ve uyarıdır. Bizim için öğütlerin, uyarıların haddi hesabı yoktur.

Saçlarımızdaki, sakallarımızdaki beyazlıklar hep birer öğüttür. Musalla taşlarına konulan cenazeler öğüttür. Tarih kitapları öğütlerle doludur. Göklerde öğütler, yerde öğütler vardır.

Günde beş kez minarelerden gelen ezan sesleri birer öğüttür. Dünyanın başka yerlerinde cereyan eden facialar bizim için hep dolaylı öğütlerdir. Bize ne oldu ki bunca öğütten ders ve ibret almıyoruz ve kendimizi toparlamıyoruz?

Gözlerimiz var, bakıyoruz görmüyoruz. Kulaklarımız var, işitmiyoruz. Kalplerimiz katılaşmış, nasır tutmuş, mühürlenmiş. Vicdanlarımız tatilde… Öğütlerden ders alsaydık, uyarılar bize tesir etseydi böyle mi olurduk?

Din bize ne diyor:

“Haram yemeyin… Haram yiyenin sonu iyi olmaz… Haram kazançlar ve servetler ateştir… Haram sizi yakar… Haram yiyen Mevlâsını değil, belâsını bulur… Harama yaklaşmayın… Haramdan uzak durun…”

Bazılarımız ne yapıyor? Korkunç bir ihtirasla helâl haram demeden menfaat, kazanç, zenginlik peşinde koşuyoruz.

Kur’ân bize ne diyor;

“Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılınız, sakın ayrılıp parçalanmayınız. Sonra gücünüz, devletiniz, rüzgârınız elden gider…”

Biz ne yapıyoruz: Birbirinden kopuk fırkalara, hiziplere, cemaatlere, gruplara, zümrelere ayrılmışız, bölük pörçük olmuşuz. Çekişip tepişiyoruz.

Allah bize Kur’ân’da

“Bütün müminler kardeştir”

buyuruyor. Biz ne yapıyoruz: Bu kardeşliği bozmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.

İslâm bize, emanetleri ehline vermemizi, emanetlere hıyanet etmememizi kesin şekilde emrediyor. Biz ise, emanetleri ehil, layık ve hakkedenlere vermiyoruz; yakınlarımıza, eşimize, dostumuza, hemşehrilerimize, asker arkadaşlarımıza, parti kardeşlerimize, tarikat ihvanımıza, cemaat üyelerine bol keseden dağıtıyoruz.

İslâm, Kur’ân, Sünnet bize hep nasihat ediyor:

İsrafa, lükse, aşırı tüketime, gösterişe, gurura, kibre, şatafata kapılmayınız; alçakgönüllü, orta halli, mütevazı bir hayat sürünüz, saçıp savurmayınız; Allah’ın size vermiş olduğu nimet ve nafakaların bir kısmını muhtaçlara dağıtınız…

Biz ne yapıyoruz: Tam tersini. Para, içimizden bazılarını azdırdıkça azdırıyor, kudurttukça kudurtuyor; onları Nemrutlara, Firavunlara çeviriyor.

Allah, Kur’ân’da ne buyurmuş:

Cuma günü öğle ezanı okununca işi, gücü, ticareti, çalışmayı, kazancı bırakın, camilere gidin, Allah için namaz kılın, O’na ibadet edin… Namaz bitince tekrar işinizin gücünüzün başına dönüp Allah’ın fazl u kereminden isteyin…

Biz ne yapıyoruz: Bir kısmımız camilere gidiyor, bir kısmımızın namazla, niyazla, Cumayla hiç alâkası kalmamış. Şu İstanbul’un Cuma vaktinde haline bakınız: Sokaklar, caddeler, meydanlar insan kaynıyor… Trenler, vapurlar, tramvaylar, otobüsler, minibüsler, otomobiller içleri adam dolu olduğu halde vızır vızır işliyor… Lokantalar, kahveler, dükkanlar dolu…

Demek ki, Allah’ın öğüt ve uyarılarından ibret alamamışız.

İslâm dini bir öğüt dinidir. Resulullah Efendimize sormuşlar:

“Din nedir?” “Nasihattir”

buyurmuş. Tekrar sormuşlar, yine

“Nasihattir”

demiş. Bir kere daha sormuşlar, tekrar

“Nasihat”

demiş… Bilen Müslümanların bilmeyen Müslümanlara doğrudan doğruya ve dolaylı olarak nasihat etmeleri onların üzerine vazifedir, vecibedir, borçtur. Bu kadar hacı, hoca, mürşid, âlim Müslüman var… Bunlar niçin gevşekliğe düşen Müslümanları uyarmıyorlar?

Sovyetler Birliği’nde

Stalin zamanında din eğitimi vermek, dinî propaganda yapmak, Müslümanları uyarmak yasaktı.

Bizde şu anda öyle bir yasak yok. O halde bunca hürriyet, imkân, fırsat, para, enerji, potansiyel olmasına rağmen bilenler bilmeyenleri niçin uyarmıyor?

Dinden kopanlar, din hükümlerine arkasını dönenler korkunç bir felâkete doğru yürüyorlar, ömürleri ölümlerine iman ile bitişmezse, ebedi saadetlerini kaybedecekler, sonsuza kadar sürecek bir felâkete ve azaba duçar olacaklar.

Böylelerini en uygun, en güzel, en münasip bir şekilde tepkiye ve alerjiye yol açmaksızın uyarmak bizim vazifemiz değil midir? Niçin bu vazifemizi yapmıyoruz?

Dünya bir oyalanma, bir aldanma yeridir ve biz onun tuzaklarına düşmüşüz. Uyurgezerler gibiyiz, zamanı gelince uyanacağız. Lâkin iş işten geçmiş olacak. 29 Mayıs 2007