Altınoluk dergisinde (Aralık 1998, s. 45-48) Mesnevî mütercimi ve şârihi Şefik Can hoca ile yapılmış olan röportajı okudum. Şefik Can hoca 1908 doğumlu, çeşitli devirlerde yaşamış, çok şeyler görmüş âlim ve ârif bir zat. Babası müftülük yapmış, kendisi Tokat ve Kuleli askerî liselerinde ve Harbiye’de okumuş, subay olmuş. Hatıralarında üç şey dikkatimi çekti.

Birincisi: 30’lu yıllarda Tâhirü’l-Mevlevî (Tahir Olgun) hoca Kuleli askerî lisesinde edebiyat öğretmenliği yapıyormuş. Devir Mustafa Kemal Paşa’nın devri, iktidarda CHP var, zaten başka parti de yok ve böyle bir devirde Şeriatçı, tarikatçı Tâhirü’l-Mevlevî bir askerî lisede öğretmenlik yapabiliyor. Tahir Olgun, bir ara tutuklanmış, İstiklal Mahkemesinde yargılanmış, İskilipli Âtıf Hoca ile birlikte yatmış. Âtıf Hoca idama mahkum olmuş, darağacında asılmış, şehidlik şerefine erişmiş. Tâhir hoca beraat etmiş. Böyle bir sabıkası olduğu halde, ehliyetine binaen Kuleli askerî lisesine öğretmen tâyin edilmiş.

Tâhirü’l-Mevlevî sevdiğim ve takdir ettiğim hocalardandır. Hakikî Mevlevidir. İtikad itibarıyla sünnîdir. Müteşerri’dir. Beş vakit namaz kılan, Şeriat prensiplerine ve sınırlarına riayet eden, soyadı gibi olgun bir Müslümandır. Nur içinde yatsın.

İkinci husus şudur: Şefik Can hoca, hem Mesnevî mütercimi ve şârihidir, muhibb-i Mevlâna’dır, bende-i Mevlâna’dır, hem de son devrin Nakşibendî ulularından Adanalı Sâmî efendi hazretlerine intisaplıdır. Zamanımızda bazı dar görüşlü, ufku kapalı dindarlar, hangi tarikata bağlı iseler, o tarikatı İslâm ile özdeşleştirmekte, başka tarikat ve mezheplere tepeden bakmakta, onları küçümsemekte, hafife almaktadır. Ne kadar yanlış ve ham bir bakıştır bu. İslâm’da esas olan imandır, ilimdir, irfandır, ahlâktır, fazilettir, takvadır, keremdir, ihsandır, mürüvvettir. Bir Nakşî ile bir Kadirî arasında üstünlük ancak bunlarla olur. Nitekim Kur’an-ı Mübinde “İçinizde Allah katında derecesi en yüksek olanınız, en takvalı olanınızdır” buyurulmuştur. Tarikat ve meşreb taassubu kötü bir şeydir.

Üçüncü husus: Birinci Cihan Harbi’nde, Şefik Can hocanın babası doğu şehirlerinden birinde müftü imiş. Ruslar şehri işgal edince, işgal kumandanı müftüyü çağırtmış. Ailesi bu dâvetten korkmuşlar. Meğerse şehrin Rus kumandanı Moskova’da şarkiyat tahsil etmiş, Arapça ve Farsça bilen bir kimseymiş. Arapça ve Farsça bilen, ilim ve irfan sahibi bir kimse aramış da, yanındaki Ermeniler “Müftü lisan bilen böyle bir kimsedir” dedikleri için onu çağırtmış ve sohbet etmiş, sonra da bir Rus askerini ona emirber olarak tahsis etmiş. Bazen düşmanın bile mürüvvetlisi ve kadirbileni oluyor. Ahmet Refik bey, “İki Komite İki Kıtal” adlı kitabında, şark vilayetlerimizdeki Türkleri ve Müslümanları Ermeni çetelerinin vahşetine karşı Rusların koruduklarını yazar.

Şefik Can hocanın daha nice yıllar muammer olmasını, üzerinde çalıştığı kitapları bitirmesini, sıhhat ve âfiyette olmasını niyaz ediyorum.

Durkheim’in İrşadları

Emıle Durkheım (1859-1917), cedleri yedi nesilden beri haham olan Lorraine’li bir Yahudi âilesine mensuptu. O, ataları gibi Musevî ilâhiyatı vâdisinde tahsil yapmamış, laik bir eğitim görmüş, felsefe ve sosyoloji sahasında isim yapmıştır. Durkheim’in felsefesi, açıkça beyan etmese de ateist bir felsefedir. Türkiye’de ondan en fazla etkilenmiş kişi Ziya Gökalp’tir. Bu zat Kürt asıllıdır. Önceleri Kürt gramerine dair bir kitap yazdığı, sonra bunları imha ettiği söylenir. Daha sonra Türkçü olmuş, İttihad ve Terakkicileri tesiri altına almıştır. Sahte bir İslâmcılığı da vardır. Bediüzzaman onun için “Dehşetli bir mülhid” demektedir.

İslâm’ı kabul etmiş diğer kavimler gibi, Türkler de Hak Din’den yararlanmışlar, onunla büyük izzet ve şeref bulmuşlardır. Oğuz Türkleri, İslâm’dan aldıkları güçle tarihin kaydettiği üç büyük imparatorluktan birini, Osmanlı devlet-i ebed-müddetini kurmuşlardır. Osmanlı’yı Viyana’ya, Polonya’ya, Sudan’a, Habeş eyâletine, Fizan’a, Hint okyanusuna kadar şanla, şerefle, zaferle, izzetle götüren güç İslâm gücüdür.

Türkler ne zaman İslâm’ı ihmal etmişlerse tâli’leri dönmüş, izzetleri zillete inkılab etmiştir.

Durkheim’in Türkiye’deki çömezi Ziya Gökalp “Dinim İslâm, milletim Türk, medeniyetim Avrupa” diyordu. Onun gayesi, İslâm’ı bir nizam-ı âlem, bir dünya görüşü olmaktan çıkartıp, Batılıların Hıristiyanlıkları gibi dar mânada bir din, bir ahlâk sistemi, bir hümanizma haline getirmekti.

İslâm âlimlerinin, mürşidlerinin, münevverlerinin, fikir adamlarının rehberi Muhammed aleyhissalatü vesselamdır. Gökalp’in mürşidi ise Fransız Yahudisi Emile Durkheim’dir. Gökalp’in irşadlarından Türkiye’nin devlet, millet ve ülke olarak yarar değil, zarar görmesi tabiiydi.

Bizim gibi bir Asya ve doğu ülkesi olan Japonya zâhiren Batılıların bazı giyim şekillerini benimsemişse de, kişilik, kimlik, kültür ve zihniyet olarak daima Japon kalmıştır. Japonlar kendi zor yazılarını, örflerini, âdetlerini, geleneklerini; bonsailerini, kimonolarını, ikebanalarını, bahçelerini, çay seremonilerini, okçuluk sporlarını, Japon evlerini titizlikle muhafaza etmişlerdir. Garbın ilmini, tekniğini, silahlarını almışlardır ama körükörüne taklitçilik yapmamışlar, Japon ruhunu korumuşlardır. Bugün bir Japon harikası veya mucizesi karşısındayız. Japonlar bizim gibi Batılılaşmış olsaydılar böylesine güçlenebilir, ilerleyebilirler miydi?

Japonya Batının ilmini ve tekniğini aldı ama kesinlikle latincilik ve lâdincilik yapmadı. Mâzisine, atalarına söğüp saymadı.

Türkleri izzete, selamete, felaha, necata, çıkartacak yol, dün olduğu gibi bugün de Muhammed aleyhissalatü vesselamın yoludur. Durkheim’in, Marx’ın, Gökalp’in gösterdikleri istikametler bize zillet ve felaketten başka bir şey getirmez. Tecrübesi yapılmıştır. 09 Aralık 1998 Çarşamba