Şehir
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Pazar
İki psikolog, bir sosyolog, bir psikiyatristten müteşekkil uzman bir bilirkişi heyeti İstanbul’un sokaklarında, meydanlarında, toplu taşıma vasıtalarında, kahvehanelerinde dolaşsınlar, halk yığınlarına dikkatlice baksınlar ve raporlarını yazıp versinler. Ortaya nasıl bir rapor çıkar acaba?
Biraz adam sarrafı iseniz bu işi tek başına kendiniz de yapabilirsiniz. Sirkeci’den kalkan banliyö trenine akşam saatlerinde bininiz ve insanları seyrediniz.
Gecenin ilerlemiş saatlerinde Beyoğlu’na gidiniz.
Korkunç şeyler göreceksiniz, sezeceksiniz.
Hayır, halkın hepsini itham etmiyorum.Temiz, düzgün, namuslu, dürüst vatandaşlar başımın tacı olsun.
Rahat, dengeli, sağlıklı insanlar azınlıktadır.
Tek başına yürüyen, dolaşan vatandaşların maskesi yoktur. Çoğunun yüz adaleleri gergindir, kimisinin de anormal derecede gevşektir. Gözlerin bir kısmı korkutucu, bir kısmı mânâsızdır.
Camiler bile kalitesizlikten nasibini aldı. Büyük, meşhur camilere bazen vakit namazına gidiyorum. Üstü başı düzgün, yüksek tabakadan kimseler arıyorum cemaat içinde. Yok…Lüks yaşayan, iyi giyinen, pahalı limuzinlerle gezen, malı götüren birtakım İslâmcılar vakit namazlarında niçin camilere gelmezler acaba? Camiye gelmekte rant, maddî menfaat olmadığı için mi?
Üç dört kişilik bir genç grubunu hissettirmeden birkaç yüz metre takip ediniz, konuşmalarına kulak veriniz. Ya Rabbi, ne kadar boş, kaba saba, mânasız zevzeklikler. Doğru dürüst cümle bile kuramıyorlar. Ha ha ha, hi hi hi, ho ho ho… Ben ona dedim ki, o bana dedi ki, yuh be, lan, amma da kral.
Kırkına ellisine dayanmış boyalı, dekolte bir kadın sokakta yürürken herkesin arasında pek laubali şekilde ciklet çiğniyor. Olacak iş midir bu?
İnsanlarımız yaşlarına ve fiziklerine göre giyinmesini bilemiyor. Altmışlık adam playboy kıyafetinde, çok şişman birisi vücuduna yapışmış tişört giymiş.
Tesettürlülerin de bazısı sapıttı, dağıttı. Başını örtmüş, kısa kollu bluzla dolaşıyor. Ya yırtmaçlı dar etekli sıkmabaşlılara ne demeli?
Şu sonradan görme, türedi, ne oldum delisi herife bakınız. Pantolonu, gömleği, kravatı herbiri ayrı ve cırtlak renkte. Adam, bayramlarda rengarenk bandıralar asmış gemiler gibi.
Şehrin nice semtinde sokaklarda, meydanlarda mal ve can güvenliği kalmadı. Kapkaççılar dehşet saçıyor. Çantasını, cüzdanını vermek, bırakmak istemeyenleri icabında öldürüyor. Kaç zavallı kadın, çantasını otomobilli kapkaççılara bırakmadığı için başları taşlara çarpa çarpa feci şekilde can verdi.
Gece biraz başınız ağrıdı, sahil yoluna çıkıp deniz havası almak istiyorsunuz. Tek başına oraya gitmeye cesaretiniz var mı?
Neşrî Tarihi’nde (Cihannuma) yazıyor. Fatih Sultan Mehmed Hân zamanında Osmanlı mülkünde o kadar güven varmış ki, bir kadın yanında bir servet olduğu halde İstanbul’dan Edirne’ye tek başına seyahat etse, kimse yan gözle bakamazmış. O günler mazide kaldı. Şimdi adamın gözünden sürmeyi çekiyorlar.
Yalan yalan yalan… Geçen gün canım döner çekti, bir lokantaya gittim. Vitrinde “Nefis Döner” yazılı. Yedim, hiç de nefis değildi. Kıymadan yapmışlar. Hem midem, hem perhizim bozuldu.
Hayır, fazla bir şey istemiyorum. Ülkemde iyi insanlar, iyi vatandaşlar, iyi Müslümanlar istiyorum. Bunu istemeye hakkım yok mu?
Okullarımız, üniversitelerimiz, ailelerimiz niçin iyi insanlar, iyi vatandaşlar, iyi Müslümanlar yetiştiremiyor?
Geçen hafta bir grupla birlikte akşam namazını Fatih Camii’nde kıldık, namazdan sonra bir de baktık ki, arkadaşlarımızdan doktor A.T. Beyin ayakkabıları çalınmış.
Bağ evime yine hırsız girdi. İçinde çalınacak bir şey yok. Kırık dökük birkaç mobilya, yatak, mutfak eşyası falan. Sayın hırsız neler götürmüş biliyor musunuz? Tahmin edemezsiniz. Tüpgazını, bisküvi paketini, tornavida ve çekici, yarısı kullanılmış kolonyayı ve yine yarım şişe şampuanı… Eskiden zengin derebeylerinden, mütegallibeden alıp, bir kısmını fukaraya dağıtan asil hırsızlar, yüksek eşkıya varmış. Şimdi bir paket bisküviye, bir tornavidaya, camideki kullanılmış ayakkabıya tenezzül eden düşük hırsızlar var.
Ya, emekli maaşı kuyruğunda saatlerce bekledikten sonra maaşını alan seksenlik zavallı kadının parasını çalana ne demeli? Ah Osmanlı adaleti olacak ki, öyle rezil ve sefil hırsızları kısa bir muhakemeden sonra oracıkta idam ediversin.
Birkaç sene önce Sultanahmet’te yalnız yaşayan yaşlı bir kadın elektrik arızasını tamir için eve çağırdığı genç elektrikçi tarafından feci şekilde katl edilmişti. Böyle katilleri idam etmek medeniyete aykırı olduğu için, bu cani hafif bir ceza almış ve infaz yasasının sağladığı kolaylıklarla çoktan hürriyetine kavuşmuştur.
Tanıdıklarımdan birinin yaşlı ve hasta babası vefat etmiş. Apartımandaki hiçbir daireden bir Allah’ın kulu gelip de “Başınız sağ olsun, üzüldük, Allah rahmet eylesin” dememiş.
Avukat dostlarımdan biri anlattı. Bazı çalışanlar, müesseseye ait parayı tahsil ettikten sonra kayıplara karışıyormuş. Emniyeti suistimal suçundan tutuklanma da yok. Maşaallah kanunlarımız hep suçludan yana. Mağduru ve mazlumu düşünen yok.
İstanbul benim çocukluğumda nüfusu bir milyonun altında medenî bir şehirdi, halkı şehir halkıydı. Sonra büyümeye başladı, bir ara dünyanın en büyük köyü oldu. Daha sonra köylükten de çıktı, dünyanın en büyük mezraası oldu. Şimdi mezraalık da bitiyor, bazı vahaları olan büyük bir çöl haline dönüşüyor. Bu güzelim şehri bu hale hangi uğursuzlar getirdi?
Vaktim olsa da, “İstanbul’un vahaları” adıyla resimli bir kitap hazırlayabilsem. Elli kadar vaha var mıdır bu çölde?
Camiler de fonksiyonunu kaybetti. Hoparlörler ne kadar iğrenç. Şâir “Sanemler serteser tunç/ Çalar korkunç korkunç…” demiş. Bazı büyük camilerdeki hoparlörler ne kadar çirkin, mâdenî, tahammül edilmez sesler çıkartıyor. Bunlar, bazı geri zekâlıların kutsal hoparlörleridir. Olmazsa olmaz hoparlörler…
Şehir madalyonunun arka yüzü de var. Azınlıkta olsalar da iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü, efendi esnaf, halk, gençler. Müşterilerini velinimet bilen lokantacı, kebapçı ve köfteciler… Parasını alınca “Bereket versin” diyen esnaf. Ona “Bereketini gör” cevabını veren müşteri. Çok nâdir de olsa, otobüste yaşlı birine yer veren genç. Malının kusurunu söyleyerek satan tâcir. Karşıdan karşıya geçen yayaya yol veren şoför… Onlar olmasa bu şehirde hiç yaşanmaz.
Ne günlere kaldık, kötülük etmemek, zarar vermemek fazilet olmuş.
Kaçmak lazım şehirden ama nereye kaçacaksın. Evin barkın, işin burada, alışmışsın bunca yıl bu beldede yaşamaya. Nasıl kaçacaksın, nereye kaçacaksın bu yaştan sonra.
En iyisi yalnızlığa, uzlete kaçmak. 08 Eylül 2003