Çarşamba

 

Allah (c.c)’ın bu millete en büyük lütfu iman ve İslâm’dır. Atalarımız Osmanlılar başlangıçta küçük bir aşiretti. Kışları Sögüt’te, yazları Domaniç yaylasında yaşarlardı. Şu Anadolu haritasında yerleri bir nokta kadardı. Lâkin ecdadımız samimî, ihlâslı, doğru insanlardı. Allah’a ve Peygamber’e itaat ederler, Kur’ân’ı düstur olarak bilirler, Şeriat’ın emrinden ayrılmazlardı. Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri işte bu küçük aşirete, iki kasabadan ibaret beyliğe büyük bir cihan devletinin temellerini atmayı nasip etmiştir. Tarihte Osmanlı devlet-i ebed-müddeti gibi muazzam, adaletli, güven sağlayıcı bir devlet görülmemiştir. Tabiî ki, bununla devletimizin kuruluş ve yükseliş devirlerini kasdediyorum. Duraklama, bozulma, yıkılma devirlerinde uygulamada maalesef İslâm’dan uzaklaşmalar görülmüştür.

Şu anda yaşamakta olan Türkiyeliler yükselmek, izzet bulmak, hürriyete kavuşmak, güven içinde mutlu yaşamak istiyorlarsa ataları Osmanlılar gibi tam bir samimiyetle, ihlâsla, istikametle İslâm’a, Kur’ân’a, Sünnet’e sarılmalıdır. Bizim için başka kurtuluş, necat, felâh, i’tilâ yolu yoktur.

Bize izzet, şeref, üstünlük, güç, başarı sağlayan İslâm’ı bırakıp da şeytanların, tağutların, Allah ve Peygamber düşmanlarının peşlerinden gidersek zillet içinde sürünüp duracağız. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Bugün ülkemizde ve İslâm âleminde, İslâm’ın çok yanlış yorumları ve uygulamaları görülmektedir. Bunun kabahati, suçu, sorumlulugu bozuk ve eksik Müslümanlara aittir. Hatalı Müslümanlardan dolayı İslâm’ı suçlamak insafsızlıktır, haksızlıktır, vicdansızlıktır.

Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz bin dört yüz yıl önce haber vermiştir; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Biri dışında bunlar cehennemliktir” buyurmuştur. “Kurtulacak olan Fırka-ı Nâciye hangisidir Yâ Resûlullah?” diye sorulduğunda, “Benim ve ashabımın yolundan gidenler topluluğudur” cevabını vermişlerdir.

Osmanlı Müslümanları bütün güçleriyle Peygamberin ve Ashab-ı Kiram’ın yolundan gitmiştir. Osmanlıların uyguladığı İslâm en geniş, en toleranslı, en kucaklayıcı; temel kaynaklara, Kur’ân’a, Sünnet’e, Selef-i Sâlihîn anlayışına en uygun, en başarılı Müslümanlıktır.

Tarih boyunca İslâm’ı yüzde yüz hayata uygulayan, bu konuda hiçbir eksiği, yanlışı, hatâsı olmayan tek kişi Resûlullah Efendimizdir. Ondan sonra Ashab-ı güzîn, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn bu konuda başarılı olmuşlardır. Sonra Asr-ı Saadet’ten uzaklaşdıkça bozuk fırkalar türemeye, İslâm’ın aslına uygun uygulamaları yerine karikatür uygulamalar görülmeye başlanmıştır.

İslâm elbette tektir. Lâkin bu teklik nazariyattadır. Uygulamada bir sürü fırka, hizip, meşreb zuhur etmiştir. Birtakım gulat (aşırıya kaçmış, yoldan çıkmış) tâife türemiştir.

Şimdi memleketimizde bazı İslâmcı geçinenler Osmanlılar’a saldırmakta, onların İslâm’ı anlayış ve uygulayışını beğenmemekte; halkımıza ve gençliğe dalalete sapmış fırkaların doktrinlerini aşılamak için çalışmaktadır.

Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim Han zamanında Şam-ı Şerifi aldıkları vakit, büyük veli Muhyiddin ibn Arabî Hazretleri’nin kabr-i şerifleri harap ve çöplük halindeydi. Ecdad-ı Kiramımız bu kabri bulmuşlar, üzerine bir türbe inşaa etmişler ve oraya gömülmüş olan büyük zatın kadr ü kıymetini bilmişlerdir.

Osmanlı İslâmlığı orta yoldur, geniş caddedir, Sevad-ı A’zam’dır. Resûlullah Efendimiz (Salât ve selam olsun O’na), “Ümmetim içinde ihtilâf çıktığı zaman siz Sevad-ı A’zam’a tâbi olunuz, Sevad-ı A’zam içinde bulununuz” buyurmuşlardır. Sevad-ı A’zam büyük karaltı, büyük topluluk demektir, Ehl-i Sünnet topluluğudur. Osmanlı Müslümanları Sevad-ı A’zam Müslümanlarıdır. Bu geniş caddede Şeriat da vardır, Tarikat da; Hakikat da vardır, Mârifet de. Sevad-ı A’zam Müslümanları sahih inanç ve Şeriat sınırları içindeki çeşitliliğe saygı gösterirler, din konusunda çekişmezler, başka meşreblere mensup mü’minleri dışlamazlar, uzlaştırıcı ve bütünleştirici olurlar.

Son otuz yıl içinde bize Arap dünyasından, Pakistan’dan, İran’dan birtakım islâmî reçeteler, aktivizimler, dinî ideolojiler ithal edildi. Bunların hiçbiri Osmanlı uygulamasının yerini tutamaz. Osmanlılar başarılı olmuşlardı, enkazı üzerinde otuz küsur devletin kurulmuş olduğu bir cihan nizamı tesis etmişlerdi. 1492’de İspanya’dan koğulan Yahudiler Osmanlı mülküne hicret etmişler, bu yeni vatanlarında kimliklerini koruyarak, büyük bir din hürriyetine sahip olarak yaşamışlardı. Dünya tarihinde buna benzer ikinci bir örnek var mıdır?

Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri İstanbul’u feth etmiş, Bizans devletini yıkmış, lâkin Ortodoks Rumlara, onların dinî teşkilâtına dokunmamış, bil’akis büyük bir hürriyet bahşetmiştir.

Bizim muhtaç olduğumuz islâmî reçete “Osmanlı uygulamasıdır.” Pakistan’da Mevdudî hareketi başarılı olamamıştır. Arap dünyasındaki siyasî islâmî hareketler de şu ana kadar mutlu bir neticeye ulaşamamış bulunuyor. İran’daki İslâm devrimi ise bizim için örnek teşkil etmez. Çünkü onun temel felsefesi Şiîliktir. Bize uymaz. O reçete bizim için geçerli değildir. Şiîlerin 14 asırlık İslâm tarihinde büyük bir muhalefet tecrübeleri vardır. Bizde, sünnî İslâm dünyasında ise böyle bir tecrübe ve birikim mevcut değildir.

İslâm Şinasi adlı kitabında “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek Yüce Rabbimizi -hâşâ- iki çehreli bir Roma putuna teşbih eden (benzeten) İranlı sosyolog Ali Şeriati’nin yolundan giderek Mevlâmızı değil, belâmızı bulmuş oluruz. Allah’ı bir puta teşbih etmeyi ne Sünniler kabul eder, ne Şiîler, ne Hariciler, ne Vehhabiler. Böyle bir benzetme İslâm’ın Tevhid ve Tenzih akidesine ters düşer.

Farmason, takiyyeci, maceraperest, Müslümanlara yalan söyleyen Cemalüddin Afganî’nin peşinden giderek de izzet bulmamıza, selâmete çıkmamıza imkân ve ihtimal yoktur.

Birtakım zındık ve zıpçıktı İlâhiyat mensupları Peygambersiz, Sünnetsiz, Şeriatsız, fıkıhsız, mezhepsiz yeni bir İslâm türetmek için çalışıp duruyor. Böylelerinin şerlerinden Allah’a sığınırız. “Peygamber ölmüş, işi bitmiş, aşırı Peygamber sevgisi şirk olurmuş…” Bunlar ne korkunç hezeyanlar ve sapıklıklardır. Biz Müslümanlar elbetteki sevgili Peygamberimizi tanrılaştırmayız. Namazlarda okuduğumuz Tahiyyat duasının sonunda kelime-i şehâdet getiriyor, “…ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühu…” diyoruz. Yani Peygamberimiz’in öncelikle Allah’ın kulu olduğunu söylüyoruz. Bir Müslüman, tanrılaştırmamak, putlaştırmamak şartıyla Peygamber’i ne kadar çok sever, O’na ne kadar fazla salâvat getirir, O’na ne kadar hayır dua eder, O’nun Sünnet’ini ne kadar hayatına uygularsa o kadar sevap ve fazilet kazanmış olur.

Velhasıl ister İlâhiyatçı olsun, ister köşeyazarı, ister İslâmcı veya sahte mücahid, Ehl-i Sünnet yolundan sapan, Osmanlı ecdadımıza düşmanlık eden, milletimize ithal malı mezhepsizlik, telfik-i mezahip, İbn Teymiyecilik, Muhammed İbn Abdülvehhabçılık, Afganicilik gibi hatalı reçeteler, doktrinler, uygulamalar aşılamaya çalışan kimselerde hayır yoktur.

(Bayramınız mübarek olsun.) 16 Mart 2000