Bendenize göre Müslümanların büyük ve çetin problemlerinden biri şifahî kültürlü olmalarıdır.

Bu şifahî kültür cahilliğinden, ilkelliğinden, yozluğundan kurtulup medeni ve yazılı kültüre geçemezsek halimiz duman olacaktır.

1928’de yapılan

Yazı Devrimi

şifahî kültürün başlangıcı oldu.

Dünyanın bütün büyük şehirlerinde dev kütüphaneler var, İstanbul’da yok.

Harvard Üniversitesi’nin kütüphanesinde

on beş milyon

, Chicago Üniversitesi’nin kütüphanesinde

on üç buçuk milyon

, Utah Üniversitesi’nde

dört milyon

kitap var. İstanbul’un en büyük devlet kütüphanesi olan

Beyazıt Kütüphanesi’nde sadece dört yüz elli bin kitap…

Şifahî kültürlü toplumlarda kütüphane kavramı yoktur.

2015 yaklaşıyor…

Ermeni Tehciri’nin yüzüncü yıl dönümü…

Devletçe bu konuda ne gibi çalışmalarımız var, ne gibi yayınlar yapıldı? Dişe dokunur bir şey yok…

Ermeniler yazılı kültüre sahip… Bizler bugünkü şifahî kültürümüzle onlara cevap veremeyiz.

Şifahî kültürlüler okumaz yazmaz değil… Okurlar yazarlar ama satıhta kalır, derinliği olmaz. Şifahî kültür ıvır zıvır kültürüdür, magazin kültürüdür.

Bizim en büyük klasik edib ve şairimiz kimdir? Fuzuli’dir. Liselerimizde Fuzuli’yi okuyup anlayacak Türkçe öğretilebiliyor mu?

Maalesef. Azerbaycan ve Kerkük liseleri Fuzuli konusunda bizimkilerden çok üstündür.

Şifahî kültürle Fuzuli’yi, Baki’yi, Nabi’yi, Şeyh Galib’i okumak, anlamak mümkün değildir.

Şifahî kültürden medeni yazılı kültüre geçebilmek için

eğitimin ıslahı

gerekir. Bugünkü Kemalist, vesayetçi, gayr-i millî eğitimle köy olmaz, kasaba olmaz. Eğitimin ıslahı için Tevhid-i Tedrisat sistemi kaldırılmalı, gerçekten

millî bir eğitim sistemine

dönülmelidir.

Müslümanlara

İslam Mektepleri

açma izni verilmelidir. Bu izin ve hürriyetle mesele halledilebilir mi? Hayır.

Şifahî kültürlü Müslümanlar, gerçek İslam mektepleri açamaz.

Böyle okullar açmak için

yazılı medeni kültür gerekir.

Türkiye’nin kendi

“Eton Koleji”

olması lazımdır. Önce bir Eton Koleji açılır, başarılı olunur, ona benzer başka okullar…

Birkaç sene önce

“Konya’da Mevlana Celaleddin Rumi İslam Mektebi”

başlığıyla hayali bir yazı kaleme almıştım. Hiç kimse ilgilenmedi. Sadece bir vatandaş, yazının hayali olduğunu anlamamış,

“Çocuğumu oraya kaydettirmek istiyorum, adres veriniz”

diye müracaat etmişti.

Şifahî kültürlü Müslümanlar elli bin yeni cami yaptırabilirler ama bir tek gerçek ve güçlü İslam Mektebi açamazlar. Uyduruk, mimarisi bozuk, saçma sapan bir bina, saçma sapan bir bahçe içinde lâik cumhuriyet eğitimi veren bir okul… Böyle İslam mektebi olur mu?

İslam mektebinin müdürü, dünya çapında kültürlü, ahlâklı, faziletli, hezarfen, birkaç dilde ilmî araştırma eserleri vermiş, müstesna karizmatık bir şahsiyet olmalıdır. Edebiyat, tarih, felsefe, coğrafya, sanat kültürü öğretmenleri üniversite profesörlerinden üstün olmalıdır.

İslam Mektebi’nde hem Latin Türkçesiyle, hem de Osmanlı Türkçesiyle eğitim yapılmalıdır. İslam Mektebi’nde hüsn-i hat dersleri verilmelidir.

İslam Mektebi’nde öğle ezanı okunduğu vakit bütün talebeler topluca okulun büyük camiine gitmeli, okulun imamının ardında cemaatle namaz kılmalıdır.

Okulda İngilizce, Arapça mükemmel şekilde okutulmalıdır. Bu okulun öğrencileri, uluslararası kültür

(matematik, cebir, geometri, fizik, kimya değil!)

yarışmalarında birinci olmalıdır.

Türkiye Müslümanlarının böyle bir okul açacak paraları yok mu?.. Var ama kültürleri buna müsait değildir. Şifahî kültürle böyle büyük işler yapılamaz.

Bu yazımı okuyan gençler olursa, onlara tavsiyelerim şunlardır:

1. Derhal hiç vakit geçirmeden

Osmanlıca

okumayı ve yazmayı öğrensinler.

2. Zengin edebi Türkçeyi öğrensinler. Üç beş yüz kelimelik şifahî iletişim, çarşı pazar, günlük hayat Türkçesiyle medeniyet kültürüne sahip olamazlar.

3.

Saçma sapan televizyon programlarını seyretmesinler,

günde en az bir-iki saat faydalı kitap okusunlar.

4. Faydalı kitaplar, uzanıp roman veya hikâye okumaya benzemez.

Masa başında, elinde kalem, not alarak, özetleyerek,

okuduktan sonra kitabı kapatıp okuduklarını tekrarlamak suretiyle…

Azerbaycan’a gidin, orada

sosyal güvenlik bakanlığının

ismi “

İctimai Teminat Nezareti”

dir. Yani onlar bizim kadar bozulup dejenere olmamışlar.

Yazılı medeni kültür sahibi kimseler

dedikodu bağımlısı

olmaz. Şifahî kültürlüler cemaat-iktidar savaşı gibi dedikodularla ömürlerini tüketirler.

Bundan kaç sene önce

Fransa’da bir Osmanlı prensesi, Osmanlı Hanedanı ile ilgili bir roman-tarih kitabı yazmış, kitap ilgi çekmiş, bir milyon adet satılmıştı.

Türkçeye tercüme edildi, sanırım üç bin tane sattı.

Fransa, yazılı medeni kültür ülkesidir, Türkiye şifahî kültür ülkesi…

(İkinci yazı) (Belediyelere) Deli Çömlekçi

Orta büyüklükte bir şehirde geleneksel millî sanatlarımızdan biri nasıl canlandırılabilir? Bu konuda bir

senaryo

takdim etmek istiyorum:

Diyelim elli bin nüfuslu bir şehirde eskiden var olan, bugün sönmüş bulunan

çömlekçilik sanatını

canlandıracağız. Bu işi belediye yapabilir.

Başarılı olmak için, nerede bulunacaksa

“deli”

bir çömlekçi bulmak gerekir. Akıllısıyla baş etmek mümkün olmaz. Bu deli çömlekçiyle anlaşılır, ona bir atölye, bir lojman verilir, bir iki senelik geçimi de asgari seviyede garanti edilir.

Bu çömlekçi neler üretecektir?

Saksı, testi, güveç

gibi eskiden günlük hayatta kullanılan ürünler olmaz.

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden elli kadar obje seçilecek, bunların replikaları yaptırılacaktır.

İki bin, üç bin yıllık çömlekler…

Bunlar fırında pişirildikten sonra eskitilecektir.

Böyle çömlek ürünleri üretildi, peki bunlar kimlere ve nasıl satılacaktır? Bizim şifahî kültürlü yerli halkımız, istisnalar dışında böyle sanat eserlerini almaz.

Bunlar turistlere satılacaktır.

Fiyatları nasıl olacaktır?

Ucuz değil, çok ucuz olacaktır.

Çin çömlekleriyle rekabet edebilecektir.

Deli çömlekçi dediğimi anlamışsınızdır.

Cin fikirli, çömlek yaparak kısa zamanda köşeyi dönme hırsına sahip akıllı sanatkârlarla bu iş olmaz.

Denizli civarında bir köyde

Necip Usta

isminde bir çömlekçi vardı. Kendisini görmeye gidecektim, vefat etti, gidemedim. Yaptığı eserleri gördüm, bundan binlerce yıl önceden kalma

Hitit çömleklerinin aynısını yapabiliyordu.

Bize her yıl otuz milyondan fazla turist geliyor.

Bunların bir kısmı ucuz ve kültürsüz turisttir.

Az, fakat yeterli miktarda kültürlü turist vardır.

Bunlar çarşılarda pazarlarda,

üç beş bin yıl öncesinin toprakaltı çömleklerinin benzerlerini bulurlarsa, dekoratif eşya olarak satın alır, bavullarına koyar, ülkelerine götürürler.

Bendeniz birkaç yıl önce

Karadağ Cumhuriyeti’nin eski başkenti Çetine’deki müzeden

böyle bir toprak eşya satın almıştım.

On veya on beş avroya…

Çömlekçilik gibi üç yüze yakın sanat veya zanaatımız var. Bunların hiç olmazsa bir kısmının canlandırılması lazımdır.

Bunun için her sanat veya zanaatın deli ustalarını bulmak gerekir.

Sanat eserleri, ürünleri vermek geçim yolu olabilir ama bunlarla zengin olmak, köşeyi dönmek, voli vurmak binde bir gerçekleşir.

Böyle sanat ve zanaat eserleri en çok Çin’de, Hindistan’da yapılıyor. Akıl almaz derecede ucuz fiyatlarla ihraç ediyorlar.

Vaktiyle Mercan’daki Şark Han’dan ambalajı içinde dört adet harika toprak çaydanlık almıştım.

Fiyatları beşer liraydı. Adamlar üretiyorlar, gemilere yüklüyorlar, gümrük ödeniyor ve İstanbul’da beş liraya satılıyor.

Mısırlılar binlerce yıl önceki

papirüs üretimini

canlandırdılar. İran’a, Özbekistan’a, Mısır’a gidin el sanatları canlı.

Tahminimce

Türkiye’de el sanatları turizme yönelik canlandırılsa

zamanla bir milyon kişiye iş temin edilmiş olur. Üretenler, taşıyanlar, perakende satanlar, muhasebesini yapanlar, ambalajcılar vesaire vesaire…

Böyle yazılar ilgi çekmiyor ama yine de yazayım:

İstanbul’a yakın bir belediye “deli” bir çömlekçi bulup, bu sanatı canlandırmak isterse hizmete hazırım.

Şartlarım: Yol parası ve yemek parası istemem. Çay verirlerse

(kaliteli olmak şartıyla)

onu içerim. Hiçbir kimseye, bu işten haksız yere para kazandırılmasına razı ve alet olmam. 27.06.2014