Sinsi Soykırım
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Pazar
Türkiye halkı dolaylı şekilde, sinsice bir soykırıma mâruz bulunuyor. Ben lafları ağzında geveleyen bir değilim, madde madde ve açıkça yazıyorum.
Birincisi: Ekmek meselesidir. Halkımızın temel gıda maddesi ekmektir.
Ekmekler gittikçe beyazlaşıyor. İçinde hiç kepek bulunmayan bu bembeyaz ekmeklerin besleyici tarafı vardır ama buğdayın vitaminleri, madenleri, aligo elementleri hep kepeğindedir. Bugünkü sistem bu en kıymetli tarafı hayvanlara yedirmektedir. Türkiye halkı komple buğday, yâni elenmemiş undan yapılan ekmek yemese daha sağlıklı olacak, daha dengeli beslenecektir. Buğday harika, mucizevî, insanın ihtiyacı olan vitaminleri, madenleri, başka öteki maddeleri ihtiva eden bir gıdadır. Ekmekler, renkleri koyu kahverengi de olsa, elenmemiş buğday unundan yapılmalıdır.
İkincisi: Sebze ve meyvelerdeki hormonlar ve kimyevî gübrelerdir. Bunlar da halkın sağlığını berhava etmektedir. Yasaklanmış olmasına rağmen hâlâ sebze ve meyvelere hormon verilmektedir. Bu bir cinayettir, soykırımdır. Çok büyük belediyelerimizin hayatî kimya laboratuvarında bile sebze ve meyvelerde hormon bulunup bulunmadığını tesbit edecek âlet ve cihazlar yoktur. Halk göz göre göre zehirlenmekte, zehirletilmektedir.
Üçüncüsü: Gıda maddelerindeki ve içeceklerdeki aromalar, renklendirici maddeler ve koruyuculardır. Bizde bunlar, uluslararası standartlara uyulmaksızın bol bol kullanılmakta, para kazanmak hırsıyla halk zehirlenmektedir.
Dördüncüsü: Yurt dışından çok kötü kaliteli et ithal edilmektedir. Eskiden parça halinde et ithali yasaktı. Bütün olarak karkas şeklinde kesilmiş hayvan getirilebiliyordu. Birtakım ithalatçıların daha çok para kazanmaları, daha büyük vurgunlar vurmaları için parça et ithaline izin verildi. Şimdi hem berbat ve kalitesiz et getiriliyor, hem de bunların büyük kısmı domuz etidir. Yine ülkemize ithal edilen buğdayların kalitesi de çok düşüktür ve bunların bir kısmının küflü, ilaçlı, zehirli olduğuna dair rivayetler dolaşmaktadır.
Beşincisi: Zararlı margarinler halkın sağlığını târümar etmiştir. Bazı margarin firmaları, tereyağın zararlı olduğuna, kolestrini artırdığına dair propaganda yapmaktadır. Bunlar yalandır. Az yemek şartıyla tereyağın sağlığa hiçbir zararı yoktur, aksine faydası vardır. Zeytinyağı hem bir gıda maddesidir, hem de şifalı bir maddedir. Ölçülü şekilde tereyağı ve zeytinyağı kullanan toplumlar sağlık bakımından çürümez. Margarin yiyen bir toplumun halini görmek isteyen bugünkü Türkiye’ye baksın.
Altıncısı: Gelişi güzel, haddinden fazla ilaç kullanılmaktadır. İlaç firmaları satışlarını artırmak için akla hayale gelmez teşvikler veriyor. Bu da toplum sağlığını çürütüyor.
Yedincisi: Aşırı tüketim, ihtiyaçtan fazla yemek. Bir İngiliz doktorunun, Güney Amerika’daki And dağlarının bir mıntıkasında yaşayan ve çok uzun ömürlü olan insanlarla ilgili bir kitabını okumuştum. Yazar, dünyanın üç bölgesindeki insanların çok sağlıklı ve uzun ömürlü olduklarını, bu bölgelerin And Dağları civarındaki yer, Kafkasya’daki Abhazya, Pakistan’daki Hunzalar bölgesi olduğunu beyan ediyordu. Bu üç bölgede yaşayan insanların tükettikleri besin maddeleri, yeme içme kültürleri birbirinden çok farklıymış, lakin bir noktada birleşiyorlarmış, o da tıka basa yememeleri, sofradan yarı aç kalkmaları imiş. İslâm dini de, bağlılarına bunu emretmektedir. Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle buyuruyor: “Resûlullah’ın vefatından sonra çıkan ilk bid’at, insanların doyasıya yemek yiyerek semirmeleri olmuştur.” Asr-ı Saâdet’te elek yoktu. Buğday veya arpa unu elenmeden pişirilirdi. Binaenaleyh elek de bid’attir, bir bid’at-i seyyiedir.
Zamane Müslümanları yeme içme konusunda Kitabullah’a, Resûl’ün Sünnet’ine, hikmete, Sâlih seleflerin ölçülerine göre hareket etmiyor. Lâfla din edebiyatı yapmaya gelince mangalda kül bırakmayan yalancı sofular, sahte dindarlar yemek konusunda lükse, israfa, aşırılığa, gösterişe kaçıyorlar. İslâm’ı ve Müslümanları temsil iddiasıyla ortaya çıkan bazı adamlar beş yıldızlı lüks otellerde Kur’ân’a, Sünnet’e, Şeriat’a, hikmete aykırı ziyafetleri veriyor. Hacısı, hocası, İslâmcı köşeyazarları, mücahidi hepsi koşa koşa bu ziyâfetlere gidiyor, binbir çeşit yemekler yiyerek günlerini gün ediyor.
Osmanlılar, yükseliş devirlerinde çok sade ve az yerlerdi. Daha sonra israfa, ihtişama, mide haz ve zevklerine düştüler ve gerileyip battılar.
İslâmî kesim, sağlıklı beslenme konusunda ülkeye, halka örnek olmalıdır. Dünyanın her yerinde Zen Budizmi lokantaları vardır. Biz Müslümanlar da, İslâmî lokantalar açmalı, hem sağlıklı, hem ucuz beslenme konusunda kütlelere yol göstermeliyiz.
Hayal ettiğim Müslüman lokantanın görülecek bir yerinde:
“Burada margarin kullanılmaz… Ekmeklerimiz, komple buğday ekmeğidir, yâni hiç elenmemiş buğdaydan yapılmıştır… Yemek, tatlı, ve şerbetlerimizde katkı maddesi, koruyucusu, aroma, sun’î renk bulunmamaktadır…” gibi yazılar bulunacaktır.
Kötü ve yanlış beslenme, beyaz ekmek, gıda maddelerindeki ve meşrubattaki kimyevî maddeler, aşırı ilaç tüketimi yüzünden yeni nesiller çürütülmektedir. Halkın büyük kısmı hastadır. Hastahaneler doludur. Medeniyet ve tıb ilerledikçe sağlık bozulmakta, insanlar çürümektedir.
Sağlıklı beslenme konusunda küçük faydalı broşürler hazırlanarak halka milyonlarca adet dağıtılmalıdır. Elenmemiş buğday unundan ekmek yapılarak halka bunları yemesi tavsiye edilmelidir. Sağlığı bozan margarinler, boyalı kimyevî içecekler, domuz etleri, domuz yağları ve diğer zararlı besin maddeleri aleyhine kampanya açılmalıdır.
Bütün medenî ülkelerde serbest olmasına rağmen bizde, şifalı bitkilerin ilaç olarak satılmasını yasaklayan kanunlar vardır. Meselâ lavanta çiçeği, ıhlamur, papatya ve daha birkaç tıbbî nebattan bir çay hazırlayıp, bunu poşetler halinde piyasaya sürüp, ambalajının üzerine “Soğuk algınlığına iyi gelir” diye yazarsanız mahkemeye verilir, bir sürü ceza ödersiniz. Ortodoks tıb kilisesi ve dev ilaç fabrikaları böyle bir şeye izin verdirmezler.
Uzun lafın kısası: Halkımız beslenme konusunda, boyalı, kimyalı, aromalı, hormonlu gıda maddeleri ve içecekler hususunda sinsi, uzun vadeli bir soykırıma maruz bulunmaktadır. Ne kadar yeni hastahane açılırsa açılsın, ihtiyaca yetişmemektedir. Sağlık masrafları arttıkça, sağlık o nisbette bozulmaktadır. Bugünkü tıb ve ilaç endüstrisinin gözünde hasta yok, müşteri ve tüketici vardır. Bunun sonu millî bir felaket ve çöküştür.
İslâm tıbbında tabibler müşterilerden zoraki ücret almazlardı. Zengin olanlar verir, fakirlere bedava bakılırdı. Hattâ, yakın tarihlerde Üsküdar’da Sultantepesi’nde oturan Doktor Sıbgatullah bey, fakir hastalarından vizite ücreti almadığı gibi, reçetelerinin arasına ilaç parasını da sıkıştırırmış. 03 Ocak 2000