CumaMekke’de çok sıcak bir günde çarşıya çıkmıştım. Ortalık sanki kavruluyordu. Seyyar satıcılar “bârid, bârid” (soğuk, soğuk) diye bağırarak meşrubat satıyordu. Hemen bunlardan birinin yanına koşuyor, bozuk parayı uzatıyor, buz gibi bir şerbeti bir yudumda içiyordum. Oh, dünya varmış! İçimi saadet verici, huzura garkedici bir serinlik kaplıyor ve yoluma devam ediyordum. Birkaç dakika geçmeden yine yanmaya başlıyor, tekrar bir “barid”çiye koşuyor, az bir zaman sonra tekrar hararetten kavrulmak üzere bir bardak soğuk şerbet daha içiyordum. Sonunda terlemekten bitap düşüyor, midemi bozuyor, perişan oluyordum. Aşırı sıcağa karşı soğuk suyun, soğuk şerbetlerin fazla bir faydası olmuyordu. Bir kenara çekilip limonlu veya naneli sıcak çay içmek gerekiyordu. Çivi çiviyi sökerdi. Sıcağa karşı da sıcak meşrubatın yararı ve faydası daha fazlaydı.

Bugünkü Türkiye Müslümanları zulüm, teaddi, haksızlık, keyfilik, hukuksuzluk içinde yaşıyor. 28 Şubat’tan beri başlarına gelmeyen kalmadı. Her gün yeni bir rezalet ve felaketle karşılaşıyorlar.

Bütün bunlara karşı ne yapılıyor? Günübirlik küçük, ucuz, faydasız, sebatsız, yetersiz reaksiyonlar. Filan köşeyazarı ne güzel yazmış… Okuyanların içleri birazcık serinliyor. Ertesi gün başka bir zulüm ve felaket haberiyle yürekler yeniden yanıyor.

Günübirlik, küçük, yetersiz reaksiyonlar kötülükleri durdurmuyor. Küfür cephesi, şer odakları, eşirrâ-yı kiram hazeratı bu reaksiyonların yaptırım gücü olmadığını biliyor. “Söylesinler, yazsınlar, zırlasınlar…” diyerek bildiklerini okumaya devam ediyor.

İslâm reaksiyon dini değildir, aksiyon dinidir. Müslüman reaksiyoner değil, aksiyoncu olacaktır.

Diyelim ki, evrensel ve transandantal hukuk ilkelerine, temel insan haklarına, akla, mantığa, millî kimlik ve kültüre aykırı bir zulüm oluyor. Müslümanların hemen aksiyona, harekete geçmeleri gerekir. Neler mi yapılabilir?

(1) Türkçe, İngilizce, Almanca, Arapça çok kaliteli broşürler, açık mektuplar, bildirgeler basılarak hem ülke içinde, hem de dünya çapında bir teşebbüse girişilebilir. 28 Şubat’tan beri üç buçuk sene geçti, hâlâ böyle bir tek broşür bile yayınlamamıştır Müslümanlar. Yazılı ve kaliteli bir metin ortaya koymak o kadar kolay değildir. Türkçesi veya İngilizcesi çok güzel ve edebî olacak. Muhtevası (içeriği), kâğıdı, baskısı, tasarımı çok güzel olacak. Öyle ki, Müslümanların yayınladığı İngilizce broşürü okuyan bir İngiliz aydını üslubun güzelliği ve mükemmelliyeti karşısında hayran kalacak. Bizim kesimde, lafa gelince mangalda kül bırakmayan adam çoktur ama yukarıda anlattığım gibi risaleler çıkartacak beyinler var mıdır? Olsaydı, bu iş yapılmış olurdu.

(2) İlgili makamlardan izin alarak, tamamen kanunların çerçevesi içinde bir milyon kişilik mitingler, yürüyüşler tertiplenebilir.

(3) Bilgi bankaları, stratejik araştırma enstitüleri, çeşitli konularla ilgili araştırma ve aydınlatma merkezleri kurularak ilmî, ciddî, vasıflı çalışmalar yapılabilirdi.

Maalesef birtakım basın organları Müslümanların enerjilerini ve imkanlarını günübirlik reaksiyonlarla harcayıp ziyan ediyorlar. “Üstad filanca bugünkü köşeyazısında dinsizlere öyle bir vermiş veriştirmiş ki… Değerli İslâmcı yazar dünkü fıkrasında ateş püskürüyor. Okuyunca içim soğudu…”

Zavallı Müslümanlar. İniltiler, üzüntüler, feryatlar, hiçbir ağırlığı ve yaptırım gücü olmayan ucuz tepkiler ile her geçen gün geriliyor, hezimete uğruyor, kıskıvrak bağlanıyorlar.

Kurugürültü edebiyatı ile hiçbir yere varılmaz.

Bir zarf, bir kâğıt alıp isim ve adres belirterek, altına imzasını koyarak ciddî, vakarlı, gerektiği kadar saygılı bir protesto mektubu veya dilekçesi yazmak zor mudur? Hiç de zor değildir. Lakin milyonlarca Müslüman böyle medenî bir işi topluca yapamıyor. Niçin? Çünkü Müslümanların başını çeken birtakım adamlar, baronlar, çobanlar onlara bu eğitimi vermemişler, onları bu şekilde yetiştirememişlerdir.

Dinsizlerin hücumları, zulümleri, haksızlıkları her geçen gün artarak devam ederken birtakım din baronlarının hali de yürekler acısıdır. Ben sözümü sakınmam: Nemrud gibi, Firavun gibi, Neron gibi yaşayan sorumsuz ve vicdansız din baronları bulunmaktadır. Aklı başında, vicdanlı, irfanlı, firasetli, basiretli, hikmetli Müslümanların bu gibi baronları tenkit ve protesto etmeleri gerekmez mi? Maalesef bir inilti bile duyulmuyor.

Yakın tarihimizin tek parti istibdadı günlerinde Bediüzzaman hazretleri nasıl çalışmıştır? Şimdi onun yolundan gittiklerini iddia eden bazıları, gazetelerindeki yazı müsveddelerinden Bediüzzaman ismini çıkartarak, yerine “Doğulu bir İslâm âlimi” yazıyorlar. Fesubhanallah! Karşı taraf alabildiğine cesur, gözükara, atak; bir kısım Müslümanlar ise alabildiğine korkak, pısırık, mıymıntı…

Bediüzzaman nasıl çalışmıştı? O büyük zat, tek başına bir ümmet gibiydi. Parası, imkanı, maddî gücü yoktu. Hapishanelerde, sürgünlerde, tarassut altında çileli, eziyetli, sıkıntılı bir hayat sürüyordu. Bu kadar kötü şartlar ve imkansızlıklar içinde büyük bir fütuhata nâil olmuştur.

Müslümanların kendilerine mahsus dertleri bitmez ki. Bir dostum anlattı: Maddî imkânı yeterli olmayan bir ailenin hanım tarafı tutturmuş, “Herkes güneydeki beş yıldızlı lüks Müslüman otellere gidip tatil yapıyor, biz de gideceğiz!” Zavallı koca sonunda razı olmuş. Aylarca yememişler, içmemişler, sıkıntı içinde yaşamışlar ve epey para biriktirmişler ve sonra güney şehirlerimizden birindeki o beş yıldızlı lüks, gösterişli Müslüman oteline inmişler. On gün kadar tatil yapıp hava attıktan sonra müflis vaziyette dönmüşler. Şimdi hanım kasıla kasıla “Son tatilimizi Akdeniz kıyılarında filan lüks otelde geçirdik…” diye bol bol edebiyat yapıyormuş. Beyinsizler!

Müslümanları bu hallere düşürenlere lânet olsun! 12 Ağustos 2000