Mevcut rejimin resmî bir ideolojisi vardır. Bu resmî ideolojinin demokrasiyle bağdaşan tarafı yoktur. Devrimlerin hiçbiri demokrasi ilkeleri çerçevesinde cereyan etmemiştir. Hilâfet’in kaldırılması, Şeriat’in ilgası, Anayasa’dan “Devlet’in dini Din-i İslâm’dır” maddesinin kaldırılması, Alfabe değişikliği yapılarak bin yıllık harflerimizin yasaklanıp yerlerine latin harflerinin getirilmesi, Medreselerin, Tekkelerin kapatılması, kadınların açılması, laikliğin ilânı, Medenî Kanunun kabulü ve diğer bütün devrimler, zamanında halkoyuna sunulup milletin rızâsı alınmak istenseydi, halk bunlara râzı olur muydu?

1945’ten sonra dış güçlerin baskısıyla Türkiye’de de çok partili demokratik hayata geçildi. Ama bu, pek kısıtlı, çok yasaklı, gayet dar bir demokrasiydi. Adeta, bir sömürge halkına biraz hürriyet vermek kabilinden bir şeydi. Hakiki demokraside, devletin ideolojisi olmaz, vatandaşlar din, vicdan, fikir hürriyetine yüzde yüz sahip olurlar.

Nihayet aradan 46 yıl geçti ve bu günlere geldik. Artık çeşitli partiler var, serbest seçimler var, zâhirde demokrasi var. Ama bu bizim demokrasimizdir. Tabuları olan bir demokrasidir. Demokrasinin üzerinde birtakım ilkeler vardır, onlar tartışılamaz.

Her konuda olduğu gibi, siyasette de kaliteli insan unsuru çok önemlidir. Kaliteli insan olmayan yerde kaliteli siyasî hayat olmaz. Bizde politika hayatını dejenere eden faktörlerin başında, birtakım küçük adamların siyaseti zenginlik vasıtası olarak kullanmaları gelir. Halbuki siyaset zenginlik âleti olamaz. Politikacıya verilen maaş, yolluk ve diğer tahsisat, onun, siyasî hizmetleri esnasında, başka bir işle uğraşamayacağı için geçinebilmesi, hizmetlerini en iyi bir şekilde yürütebilmesi içindir. Ama uygulamada, Meclis’e giren bazı kimselerin “iş” yaptığını, iş takib ettiğini, iş bitirdiğini ve zaten çok kabarık olan aylık gelirine hayli ilâveler yaptığını işitmekteyiz.

Hiç şüphe yoktur ki, bazı politikacılar da milletvekilliği maaşının cazibesiyle çalışıp didinerek Meclis’e kapağı atmaktadır.

Geçen seçimlerden önce, eski milletvekilleri beş gün için 50’şer milyon lira maaş aldılar. Tekrar seçilenler, yeniden 50’şer milyon almakla, millete karşı çok kötü bir imtihan vermiş oldular. Bunlara dubleciler deniliyor. Bu gibi kimseler halkın haklarını nasıl koruyacaklardır?

Türkiye’nin birinci meselesi ahlâk meselesidir. Ülkeye ahlâk, yâni doğruluk ve iyiliği hâkim kılınamazsa hangi bozuk iş düzeltilebilir?

Cenab Şebabettin “Yüksek tepelerde hem kartala hem yılana rastlanır; biri uçarak, ötekisi sürünerek çıkmıştır” diyor. Bu milletin sürüngenlere değil, uçanlara ihtiyacı vardır.

Ömer Seyfeddin’in “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini hepimiz biliriz (henüz okumayanlar varsa, derhal okusunlar), bize, o hikayedeki adam gibi kimseler lâzımdır.

Demokrasi fazilete, namusa, şerefe, adalete istinad etmiyorsa onun kuru bir laftan başka ne manası olabilir?

Siyasî hayatımıza açıklık getirilmelidir. Son on yılda birçok büyük mevkili, yüksek rütbeli kimsenin zengin olduğu, Karun gibi astronomik servetlere kavuştuğu rivayet olunmaktadır. 80’li yılların başlarında Amerika’nın meşhur Time dergisi, bir sayısında, siyasî hayatımıza tepeden inme bir adamın, Avrupa’nın sayılı zenginlerinden olduğunu yazmıştı. O zamanın iktidarı adıgeçen derginin yurda sokulmasını yasaklamak suretiyle, Türk kamuoyunun bu anormal zenginliğini duymasını bir dereceye kadar önlemiştir. Geçmişteki bu şâibeli servetlerin üzerine şimdi bir sünger mi çekilecektir?

Bazı devlet adamlarının oğulları, kızları, damatları (eski ve yeni), kızlarının dostlan, yakınları, etrafı anormal şekilde zenginleşmiş bulunuyor. Siyasî hayat şeffaflaşacaksa, halka bu konularda bilgi verilmelidir.

Aristokrasi, asiller sınıfı artık tarihe karışmıştır. Ama başka asaletler vardır, onlar eskimez, önemini yitirmez. Ruh asaleti, aksiyon asaleti gibi. Bunlarsız sağlıklı bir politika hayatı olamaz.

ÂHİRETE AÇIK MEKTUP

Sütçü İmam!

Allah’ın rahmeti, selâmı, mağfireti üzerine olsun. Sen vazifeni yaptın, arkanda bir destan bıraktın. Irz ve namus düşmanlarına attığın kurşunlarla kutsal bir isyan başlattın. Dilerim Allah’tan, berzah âleminde saadetle durasın ve işin sonunda, Livaü’l-hamd denilen kutlu bayrak altında Resûlullah’ı bulasın.

Bizi sorarsan, senden sonra yaman işler oldu. Tafsilâtını ne sen sor ne biz söyliyelim. İstilâcı düşmanları kovduk, bir müddet sonra Ayasofya’da ezanı ve namazı durdurduk. Sevr’i yırttık, Lozan’da yakayı ele verdik.

Bak sana bir şey diyelim, sen dünya ahvalini ondan anlarsın: İslâmî kurallara uyarak başını örtmek şimdi suç sayılıyor ve ehl-i İslâm kızları mekteplere, üniversitelere örtüleriyle sokulmuyor. Kadın avukatların, memurların başlarını kapatmaları şiddetle yasak.

Anladın mı şimdi nicedir ahval-i âlem?

YALAN DÜNYA

Günlük hayatımızda bazı sıfatlar harf-i târif (article) haline geldi. Meselâ döner denmiyor, “nefis döner” deniliyor. Tarihî lafı da öyle. Tarihî köfte, tarihî börek, tarihî lokma tatlısı. Sanki köftenin tarihîsi olurmuş gibi…

Herif malını satarken sadece döner diye yazsa, helâlinden kazanacak. Ama nefis yazdığı halde o döner gerçekten nefis değilse (bin yerde satılan dönerin kaçı gerçekten nefistir?) kazancı haram olur, çünkü yalan karışmıştır. Farkında bile değiliz ama yalan, fert ve toplum olarak hayatı kuşatmış vaziyettedir. Çocuklarımızı mama ile birlikte yalanla beslemiyor muyuz? “Uslu durursan sana oyuncak alacağım. Yemeğini yersen seni attaya götüreceğim., A kuşa bak! (Çocuk olmayan kuşa bakarken bir kaşık mama daha yedirtilir)…”

Vaad edilir fakat oyuncak alınmaz. Söz verilir ama çocuk gezmeğe götürülmez. Böylece zavallı masum yavru iliğine kadar yalanla doldurulur. Büyüyünce o de böyle yapacaktır.

Gazetelerdeki, televizyonlardaki ilânların da çoğu yalandır. Politikacıların başlıca sermayesi yalan dolandır. Tarih kitapları yalanlarla doludur.

Yalanın saltanatı çağını yaşıyoruz.

10.12.1991