Perşembe

 

Günde yarım milyondan fazla satan büyük gazetemizden birinin spor haberleri veren sayfalarını saydım, tam dokuz sayfaydı. Futbola o kadar düşkün hale gelmişiz ki, günlük futbol gazeteleri çıkıyor. Peki spora, at yarışına, futbola bu kadar yer ve önem veren büyük basınımız memleket meseleleriyle ilgili ciddî araştırmalara, yorumlara ne kadar yer veriyor? Nâdiren yayınlanan birkaç istisnaî yazı, inceleme, makale, rapor dışında bu konuda ciddî yayınımız çok azdır. Lütfen dikkat buyurunuz “ciddî” diyorum. Basında çıkan bir yazının ciddî ve kaliteli olması için birtakım şartlar vardır. Çok yüksek kültürlü ve uzman bilirkişilere incelettirsek, bizim basınımızda böyle kaç yazı çıkar bir ay içinde?

Türkiye pislik içinde… Türkiye batırılmış, bitirilmiş… Rüşvet, hırsızlık, soygun, talan, hortumlama, kokuşma gırtlağa kadar… Bütün temel müesseseler yıpratılmış, çürütülmüş, sarsılmış… Ülkenin en birinci siyasî, sosyal, kültürel gücü olan medyamız bu felaketler karşısında ne yapıyor?

Önce alarm zillerine basmak, feryad ü figan kopartmak, tehlike sirenleri çalmak, halkın dikkatini yıkım ve çöküm üzerine çekmek gerekmez mi? Yıllık geliri 185 milyar dolar, borçlarının yekûnu ise 215 milyar dolar olan bir ülkede (ki, bu yüz büyük felaketin sadece bir tanesidir) halkın dikkatini devleti, ülkeyi, halkı tehdit eden büyük tehlikelerin üzerine çekmek gerekmez mi? Günde futbola, at yarışına, spora dokuz sayfa ayıran hangi büyük gazetemiz varlığımızı, bütünlüğümüzü, geleceğimizi, bağımsızlığımızı tehdit eden büyük tehlikeler üzerinde –futbol üzerinde durduğu kadar– devamlı ve yoğun bir şekilde duruyor?

İkincisi: Öyle kuru kuruya, kalitesiz bir şekilde bağırmakla, ucuz felaket edebiyatı yapmakla da iş bitmez. Medyamız ülkenin içinde bulunduğu vahim durum hakkında çok kaliteli, çok delilli-şâhitli, çok ciddî yayınlar yapmalıdır. Türkiye hakkında dünyada çeşitli raporlar, ilmî makaleler yayınlanıyor. Bunlar gazetelerde tahlil ve tefrika edilmeli, bazıları kitapçıklar şeklinde ek olarak verilmelidir. Yerli ve yabancı uzmanlara ülkemizin ana meseleleri hakkında çok ciddî, çok tarafsız, çok objektif raporlar yazdırılmalı ve bunlar halka, gençliğe, kendilerini aydın zanneden diplomalılara sunulmalıdır. Meselâ Türkiye, çok yüksek faizli 215 milyar dolarlık iç ve dış borçlarını ödeyebilir mi? Ülkemiz Arjantin’in durumuna düşmeden önce böyle bir raporun hazırlanıp kamuoyunun dikkatine sunulması gerekir. Ancak bu işte şarlatanlık, soytarılık, tarafgirlik, partizanlık rol oynamamalıdır. Gerçekler ne kadar acı olursa olsun, halka söylenmelidir. Arjantin halkı, ülkelerinin içinde bulunduğu durumu bütün çıplaklığı, bütün vahameti ile bilmiş olsaydı, bu kadar gafil avlanmazdı.

Dünyanın medenî, köklü, büyük bir geçmişi olan, son derece büyük potansiyele sahip bulunan ülkeleri içinde, bir tek Türkiye’nin resmî ideolojisi vardır. Şu globalleşen dünyada ideolojiler devri tarihte kalmıştır. Şimdi ideolojilerin yerinde:

– Evrensel insan hakları, hürriyetleri, haysiyetleri vardır.

– Hukukun üstünlüğü prensibi vardır.

Bizde ise iki devletli bir sistem mevcuttur. Biri bizim bildiğimiz devlet, ötekisi ne olduğu bilinmeyen, ancak soluğunu ensemizde hissettiğimiz derin devlet. Bizde millî iradenin, Millet Meclisi’nin, hükümetin, devletin, hukukun, adaletin, bütün değer ve kurumların üzerinde derin devlet, resmî ideoloji bulunuyor. Bizi bu günkü hale bu sistem getirmiştir. Büyük medyamızın bu konuyu enine boyuna, alabildiğine tartışması, müzakere etmesi gerekmez mi? Prof. Mehmet Altan bir “İkinci Cumhuriyet” akımı başlattı, lakin ortaya attığı çok önemli fikirler, görüşler, tezler büyük medya tarafından ele alınıp topluma hakkıyla duyurulmadı.

Büyük gazetelerimiz, büyük televizyon kanallarımız çok önemli, çok hayatî, çok vahim memleket meseleleri karşısında niçin susuyor? Niçin bunlara, futbola ayırdığı kadar yer ayırmıyor?

Çünkü bu ülkede her şeyin çivisi çıktığı gibi medyanın da çıkmıştır. Medya azmanlaşmış, kartelleşmiş, tekelleşmiş, holdingleşmiş, canavarlaşmıştır. Bir medya baba-patronunun birkaç bankası, birkaç holdingi, yetmiş seksen dev şirketi var. Böyle bir kişinin gazeteleri ve televizyonları devlete, millete, ülkeye yararlı olabilir mi? O sadece kendi menfaatleri için çalışmaya mecbur ve mahkumdur.

Büyük bir gazeteci düşününüz. Bir milyon dolar transfer ücreti almış. Ayda yirmi otuz bin dolar geliri var. Ya bir milyon dolarlık bir köşkte oturuyor, yahut ayda beş bin dolar kira veriyor. Gerçek hayattan, halktan, ülke ölçülerinden kopuk sun’î, lüks, israflı bir hayat sürüyor. Böyle bir kişinin ana gayesi, elbette ki kendi menfaatlerini, çıkarlarını, imtiyazlarını korumak olacaktır.

Adnan Menderes’in başbakanlığı zamanında bir hükümet kararnamesi ile gazetelerin günde altı sayfadan fazla basamayacakları hükme bağlanmıştı. Normal boyuttaki gazeteler altı sayfa, boyutları daha küçük olan Son Posta ve Vakit ise sekiz sayfa basılıyordu. O zamanki Hürriyet’i hatırlıyorum; siyaset, spor, iktisat, magazin, röportajlar, köşeyazıları, şehir haberleri, şimdi olmayan o zaman olan roman tefrikalarının hepsi altı sayfaya sığdırılıyordu. Şimdi ise bazı günler gazeteler ekleriyle birlikte yüz sayfayı geçiyor. Buna kâğıt mı dayanır? Bazen bir nüshası sekiz yüz bin liraya mal olan bir gazeteyi nasıl oluyor da üç yüz bin liraya satabiliyorlar? Aradaki farkı ilanlarla mı karşılıyorlar? Hayır, ilanlar, bu kadar büyük farkı karşılayamaz. Başka hesaplar, başka gelirler vardır işin içinde…

Türkiye ahlâksızlık, kokuşma, bozukluk bakımından geçenlerde çok kötü bir not daha aldı. Bizim notumuz, on üzerine üç küsurmuş. Listenin sonlarında yer alıyormuşuz. Dünyanın en fazla kokuşmuş, bozuk, ahlâksız ülkeleri içinde zikr ediliyoruz. En fazla notu olan, yani kokuşma olmayan ülke ise Finlandiya; on üzerine dokuz küsur… Orada hemen hemen kokuşma yok. Büyük medyamız niçin Finlandiya’ya güçlü ve vasıflı muhabirler, gazeteciler, uzmanlar göndererek onun bu üstünlüğünü inceletip halkımıza duyurmuyor? Doğu’nun, yüzölçümü itibarıyla çok küçük (615 km2); ağırlık, zenginlik, oturaklılık, denge, istikrar, refah bakımından çok büyük ülkesi Singapur’da da kokuşma çok az. O ülkeyi niçin incelemiyoruz?

Sodom Gomore ahlâksız eğlenceleri, Roma gladyatör oyunları, Bizans Mavilerle Yeşillerin yarışmaları ile meşgul olurken batmışlardı. Milattan sonra 79 yılında Pompei ve Herculanum yeni belediye seçimlerine hazırlanıyorlardı (Harap duvarlarda kömürle yazılmış seçim propaganda yazıları hâlâ duruyor). Sonra sıcak bir ağustos günü Vezüv ansızın patladı ve iki şehir haritadan silindi gitti. Aradan bin yedi yüz sene geçtikten sonra 1700’lerde başlayan kazılarda, yanardağın ateşinden kaçarken kıymetli eşya çekmecesini iki eliyle bağrına basmış bir iskelet bulundu. 04 Ekim 2002