Salı

 

Peygamber Efendimiz “Hepiniz çobansınız, her çoban sürüsünden sorumludur” buyurmuşlardır.

İdareciler, idare ettikleri halktan ve ülkeden sorumludur.

Aile reisi, aile fertlerinden sorumludur.

Cami imamı, cemaatinden ve caminin çevresindeki halktan sorumludur.

Öğretmen, öğrencilerinden sorumludur.

Amir, memurlardan sorumludur.

Şeyh, tarikatına mensup olanlardan sorumludur.

Nüfuzlu ve tesirli bir şahsiyet, kendisini sevenlerden, dinleyenlerden, fikir ve görüşlerini kabul edenlerden sorumludur.

Biz sorumluluklarımızın farkında mıyız, bilincine sahip miyiz?

Cami imamlarını ele alalım. Cami imamlığı namaz kıldırma memurluğu değildir. İmam, bir Müslüman olarak, Diyanet vazifelisi olmasa da zaten namazını kılacaktır. Onun belli başlı iki vazifesi vardır:

1. Camiye gelen cemaati yetiştirmek, vasıflandırmak, bilgilendirmek, olgunlaştırmak. Bu cemaatin çoğalması için ne yapmak gerekiyorsa onları yapmak.

2. Cami dışı hizmetler görmek. Her caminin bir çevresi, hinterlandı vardır. İmam efendi bu çevrenin sevinçlerini paylaşır, acılarına ortak olur. Hastaları ziyaret eder, cenazesi olanları teselli eder. Çevrede maddi sıkıntı çekenleri araştırır, onlara yardımcı olmaya çalışır. Gençlerle ve çocuklarla, gücünün yettiği kadar ilgilenir. Onun hizmetleri sadece dindarlara yönelik değildir, mesela İstanbul’un Kumkapı semtinde Ermeni vatandaşlarımız yaşamaktadır. Oradaki bir camide hizmet gören imam efendi, doğrudan doğruya din propagandası yapmadan fakir, hasta, problemli Ermeni vatandaşlarımızın da yardımına koşar. Bizim dinimizde, Evangelist kiliselerin yaptığı gibi agresif misyonerlik yoktur. İslâm’ın barışı, şefkati bütün insanları gölgelemeli, kuşatmalıdır.

Müslümanın asıl birinci sorumluluğu Allah’a karşıdır. Yaptığımız her işin, O’nun rızasına uygun olup olmadığını düşünmemiz gerekir.

Peygambere karşı da sorumluluklarımız vardır. Diyelim ki, Allah bize zenginlik nasip etti ve kendimize yeni bir otomobil satın alacağız. “Acaba Peygamber Efendimiz nasıl bir otomobil almamı uygun görürdü?” diye düşünüp taşınmamız gerekir. Param var, o halde nefs-i emmaremin, canımın, içimdeki ifritin arzu ettiği en pahalı, en lüks, en gösterişli, en israflı otomobili alırım. Yaa öyle mi?.. Müslümanlıkta canının her istediğini, nefsinin her arzusunu yerine getirmek yoktur. Allah bize bir örnek ve model göstermiştir; o Peygambere uymamız gerekir. Ülkede on milyonlarca halk sefalet, sıkıntı, işsizlik içinde kıvranır ve sürünürken zengin Müslüman, yüz elli bin dolarlık lüks otomobil alıyor ve buna binip Nemrud ve Firavun gibi caka satıyor, gösteriş yapıyor. Böyle Müslümanlık olur mu?

Her Müslümanın ülkesindeki halka, vatandaşlarına karşı büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Bunun idrakine ve şuuruna sahip miyiz?

Bazı zengin Müslümanlar maalesef çocuklarını iyi yetiştiremiyorlar. Müslüman babanın evladı da, dindar ve ağırbaşlı olmalıdır. Müslüman delikanlılara ve genç kızlara şımarıklık, hoppalık, hafiflik, ciddiyetsizlik yakışmaz.

Merhum İsmail Hamî Danişmend’in, Osmanlı ülkesini dolaşmış eski Avrupalı bir gezginden tercüme ettiği bir yazıyı okumuştum. “Osmanlıların on yaşındaki çocukları, büyük adamlar gibi ciddi, vakarlı, ağırbaşlıdır” diyordu.

Bir anne-babanın ne mal olduğunu anlamak istiyorsanız, çocuklarına bakınız. Maalesef nice ebeveyn sekiz-on yaşındaki yavrularına bile söz geçiremiyor. Anne-baba gece saat on birde yatıyorlar, veletler evde cirit atıyor. “Yavrum siz de yatın, uyuyun, gürültü çıkarmayın, komşuları rahatsız etmeyin…” nasihatlerine kulak asmıyorlar. Böyle anne babaları bacaklarından asmak lazım.

Bir öğretmenin ne mal olduğunu anlamak için öğrencilerine bakmak yeterlidir.

Bir şeyhin derecesi, dervişlerinden ve müridlerinden anlaşılır.

Ünlü Alman Şairi Goethe, ölümünden birkaç gün önce ziyaretine gelen bir öğrencinin hatıra defterine şu kıt’ayı yazmış:

“Vaizler halka ettikleri nasihati önce kendileri tutsalar, dünya ne kadar dirlik ve düzen içinde olur… Herkes önce kendi kapısının önünü süpürse, şehir ne kadar temiz olur.”

İyi, vasıflı, şuurlu, terbiyeli, efendi, namuslu, şerefli, haysiyetli, kendini bilen Müslümanları tenzih ediyorum. Onlar başımızın tacıdırlar; ellerinden, ayaklarından öperiz… Ancak İslâmcı geçinen birtakım haşarat var ki, onlardan nefret etmemek mümkün değil. Sorumluluk kelime ve kavramı, onların semtine bile uğramamıştır. Son otuz-kırk yılda bu haşaratın dinimize, ülkemize, halkımıza verdiği zararı kefere-i fecere verememiştir.

Peygamberimiz “Bir nehirden abdest alırken bile, suyu israf etmeyiniz.” buyurmuşlardır. Bundan 1400 küsur yıl önce söylenmiş bu sözün hikmeti, zamanımızda ayan beyan anlaşıldı. Sorumsuz insanoğlu denizleri, gölleri, nehirleri kirletti, pisletti, kokuttu.

Ciğerlerimize çektiğimiz her nefesin, ciğerlerimizden geriye verdiğimiz her soluğun, her göz kırpışımızın bir sorumluluğu olduğunu unutmayalım.

Ancak gafil ve cahiller bu fani dünyayı yalancı, sahte bir cennet haline getirmek için çabalayıp dururlar. Dünya cennet değildir, sınav yeridir. Bu sınavı başarı ile verenler, ileride cennet denilen bir âlemde mutluluk ve bahtiyarlık içinde yaşatılacaklardır.

Yazımı bitirmeden önce geçmiş yıllarda olmuş, üzücü bir vak’aya işaret etmek istiyorum:

Adam halka, ülkeye ait bir kamu kurumuna, gereği ve ehliyeti olmadığı halde danışman yapılıyor, bol maaşla kadroya alınıyor. Daireye gittiği falan yok. Aydan aya bankamatikten maaşını çekiyor.

Vicdanlı, sorumlu, insaflı bir Müslüman böyle bir geliri kabul eder mi? Böyle bir gelir, alana helal olur mu? 12 Mayıs 2004