Pazartesi

 

Bazı kötülükler, fena alışkanlıklar kumar ve uyuşturucu gibidir, terk edilemez. Meselâ büyük soyguncunun birisi veya bir çete çeşitli talanlarla yekûn olarak bir milyar dolar vurdu. “Bu, çok yüksek bir meblâğdır, bize yeter. Artık soygun işlerini bırakalım ve bir kenara çekilip büyük servetimizi yiyelim. ..” demezler, diyemezler. Kapılmışlardır bir kere soymanın, talanın, vurmanın hırsına. Devam edeceklerdir. Çatlayıncaya, patlayıncaya, geberinceye kadar.

Büyük hırsızlık yoluyla elde edilen efsanevî miktarda büyük haram ve kara paralarla ilgili bilgilerimiz istihbarî bilgilerdir, lakin bu konuda tevâtür beyyinesi bulunmaktadır. Yâni konu yaygın biçimde yazılmakta, söylenmekte, halk yığınları tarafından bilinmektedir.

Haram ve kara paralarla milyar dolarlık servetler elde etmiş olan adamlar, bir yerde niçin durmazlar, niçin “Artık bu kadarı bana yeter, bu işe bir son vereyim. ..” demezler? Bu hususu psikologların, ruh ve akıl hastalıkları uzmanlarının, büyük düşünürlerin, filozofların inceleyip kitaplar yazmaları gerekir. Kolay anlaşılacak bir husus değildir. Soya soya Türkiye’yi bitirdiler, bugünkü hale getirdiler, lakin yine durmuyorlar. Demek ki, soygun, talan, vurgun yolunda dönüş yoktur, dur durak yoktur. Peki ne zaman duracaklardır? Geberdikleri zaman bu iş bitecektir. Halef ve varisleri içinde aynı çapta soyguncular varsa onlar devam edecek, yoksa, bunların bıraktıkları büyük miras ahlâksız bir şekilde yenilip tüketilecektir.

Türkiye’deki büyük soygunu önlemek mümkün müdür? Teorik olarak elbette mümkündür ama pratikte (uygulamada) mümkün değildir. Çünkü:

(1) Soygun ve talan genel ve temel bir prensip haline gelmiştir.

(2) Soygun ve talan çok güçlü bir “irade” ile önlenebilir. Bizde böyle bir irade yoktur.

Yeteri kadar üretmeyen, lakin çok tüketen, çok tüketmek isteyen bir toplum haline geldik. On milyonlarca vatandaşımız lüks, konfor, gösteriş, israflı bir hayat yaşamak istiyor. Bunlar çok para isteyen işlerdir. Helâl ve meşru kazançlarla bu işler yapılamıyorsa, mecburen haram ve gayr-i meşru kazançlara, gelirlere yönelinecektir.

Ev kirası vermeyen bir aile ayda dört yüz milyon liraya çok güzel geçinebilir. Ancak bir şartla: İslâm’ın, eskinin kanaat, iktisat, tevazu felsefesi ile. Lüks yaşamak isterse, bu aileye ayda bir milyar lira da yetişmez.

Kanaatli bir aile nasıl yaşar? Diyelim ki, akşam yemeğinde tarhana çorbası, nohutlu bulgur pilavı ve üzüm hoşafı var. Aile fertleri mutluluk içinde sofraya otururlar, besmele çekip karınlarını doyururlar. Yemek bitince Allah’a şükrederler. .. Kanaatsiz, şımarık, lüksçü, israfçı, gösterişçi, şükürsüz insanlar böyle bir sofrayı beğenmezler. “Ya Rabbi, bizim suçumuz, kabahatimiz nedir ki, bize böyle ucuz, gösterişsiz yemekler veriyorsun” diye isyan ederler, terbiyesizce düşünür ve konuşurlar.

Kadının başı örtülü, sözde dindar geçiniyor ama akşamleyin göz yaşları içinde kocasına bağırıyor:

“Patates, makarna, bulgur pilavı yemekten bıktık artık! Biz de pirzola, biftek, kaymaklı tatlı yemek istiyoruz. .. Biz de haftada iki kere dışarıda Şehrazat lokantasında lüks yemekler yemek istiyoruz. ..”

Eskiden bu ülkede İslâmî bir hayat tarzı vardı; zenginler de tevazu, alçak gönüllülük içinde yaşıyordu. İsraf günahtı, haramdı.

Kötü eğitim, kötü ideolojiler, kötü propaganda ve telkinler halkı israfa, lükse, aşırı tüketime, gösterişe yöneltti. Artık insanların çoğu, Allah’ın vermiş olduğu rızıkları, nimetleri beğenmiyor. Müzeyyen evlerde, pahalı ve lüks mobilyalar içinde, zengin sofralarda hayat sürmek istiyorlar. Eskinin temel prensiplerinden biri “Ayağını yorganına göre uzatmaktı”, şimdi bunu düşünen yok.

Devletten, bir iş yapmak, üretime geçmek için kredi alan cahil vatandaş, bu parayla oğlunu veya kızını evlendiriyor, evine mobilya ve lüks televizyon alıyor, parayı verimsiz sahalara yatırıyor. Sonra ödeme zamanı geliyor, ödeyemiyor. Devlet verdiğini geri alabilmek için icra yoluna başvuruyor ve borçlu vatandaş göz yaşları ve isyan içinde “Böyle devlet olmaz! Bu devlet değil, eşkıyadır. ..” diye feryat edip kendini yerden yere atıyor. Böyle bir kafayla ilerlemek, haysiyetli bir hayat sürmek mümkün müdür.

Cep telefonları çıkalıdan beri ülkemiz bir telefon cinnetine yakalanmıştır. Başka şehirleri bilmiyorum ama İstanbul’un her yerinde binlerce cep telefonu dükkanı açıldı. Sokakta kadın, erkek, hünsa elleriyle telefonlarını kulaklarına tutmuşlar, akıntı çağanozu gibi yampiri yampiri hem yürüyorlar, hem konuşuyorlar.

Otomobil, televizyon, elektronik ve elektrikli ev aletleri, soğutma cihazları konusundaki tutumumuz, psikolojimiz normal ve sağlıklı değildir. Bizde Almanya’dakinden daha fazla lüks Mercedes otomobil varmış. Başka delile, göstergeye lüzum yoktur. Hasta ve dengesiz bir toplum olduğumuza bu tek delil bile yeter de artar.

Türkiye’yi bozan kötü kurumların başında televizyon geliyor. Televizyonlar yıllardan beri hedonizm, serserilik, lüks ve gösteriş hayranlığı, fuhuş, zina, içki, sefahat tohumları ekiyor. Maalesef Müslümanlardan “İslâm televizyonu kuracağız, ahlâka ve fazilete hizmet edeceğiz” denilerek çuvalla para toplanarak kurulmuş bazı televizyonlar da bu kötü yola girmiştir.

Milyonlarca vatandaşımız tembelliğe, asalaklığa, üretmeden tüketmeye alıştırılmıştır. Kimse sıkı çalışmak istemiyor. Herkesin aklı fikri sigortalı bir iş, bir memuriyet bulmaktır. Eskilerin teşebbüs-i şahsi (kişisel girişimcilik) dedikleri şey öldürülmüştür. Bazı uzakdoğu ülkelerinde her ev bir atölye gibi çalışıyormuş. Kadınlar, ihtiyarlar, çocuklar ev dahilinde bir şeyler üretip bunları satıp para kazanıyormuş. Bizde böyle bir şey düşünmek hayaldir. Bir koca, karısına “İşlerimiz çok bozuk, bilgisayarlı bir dikiş-nakış makinesi alsak da, sen de evde bir şeyler yapsan, aile bütçemize bir katkı olsa” dese, kadın isyan eder, boşanma davası açar.

Geçen sene Bosna-Hersek seyahatimde Saraybosna’dan küçük bir çiçek saksısı almıştım. Çin’de yapılmış, önce Slovenya’ya getirilmiş, oradan Saraybosna’ya. Bakınız Çinliler böyle çalışıyor. Belgrad’da 100 bin Çinli bulunduğunu duymuştum. Ticaret yapmak, para kazanmak için karıncalar gibi çalışıyorlar.

Türkiye’nin seçimlerle, anayasa değişikliği ile düzeleceğini sananlara şaşıyorum. Bizdeki hastalıklar çok derin, çok köklü, çok vahim. 10 Eylül 2002