Cuma

İnsan taş olsa çatlar… Artık dayanma gücüm hergün biraz daha azalıyor. Şu memleketin, şu halkın, şu devletin, şu Müslümanların, şu aydın geçinenlerin, şu İstanbul’un haline bakıp da üzüntüden, öfkeden, kahırdan çatlamamak mümkün müdür? Düzensizlik, sorumsuzluk, hıyanet, pislik (maddî manevî), rezalet, kepazelik, bayağılık, aşağılık, rüküşlük diz boyu…

24 Temmuz (eski takvimle) 1908’de Meşrutiyet ilan edilince İstanbul, Selanik, İzmir, Manastır birer tımarhaneye dönmüş. Mehmed Akif, Safahat’te ne güzel tasvir eder.

Havalar güzelleşti, ortalık günlük güneşlik, bizim Sultanahmet bayram yeri gibi. İpini kopartan, kazığını sürükleyerek orada. Efendi, terbiyeli, başkalarını rahatsız etmeyen, medenî vatandaşlara bir şey dediğim yoktur. Onlar başımın tacıdır. Lakin bazıları, birileri, birtakım kimseler yok mu, işte onlar bu şehri yaşanmaz hale getiriyor.

Sultanahmet Camii’nin önündeki kaldırımdan Divanyolu caddesine doğru yürüyorum. Kaldırım dar, beş hatun durmuşlar konuşuyorlar. Gelip geçenlere yer ve yol bırakmamışlar. Lâ havle çekip vasıtaların geçtiği ana yola iniyorum.

Şurada sözde tesettürlü bir taze salına salına, kırıta kırıta yürüyor. Bayramlarda rengarenk bayraklar, flamalar asan bir gemi gibi mübarek. Saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmış, eşarbı pembeli, pardösüsü pespembe, ayakkabıları elfâtun, eteği yeşil. Bu kadın tesettürlü müdür? Sirkte mi oynamaktadır? Yoksa, bir yerde boyacı küpüne mi düşmüştür? Bunun bir velisi, kendisine nasihat eden bir büyüğü yok mudur?

İlerlemeye devam ediyorum. Karşı taraftan takım elbiseli, gömlekli, kravatlı bir yarma geliyor. Elinde küçük bir kese kağıdı, içinden kabuklu şamfıstıkları çıkartıyor, fıstığın içini ağzına, kabuklarını yere ata ata yürüyor. Medeniyetsiz herif! Bir kere sokakta herkesin arasında bir şey yenilmez içilmez, ikincisi yere fıstık veya çekirdek kabuğu atılmaz.

Tramvaya biniyorum. Sakallı genç bir züppe, yanındaki kıza sarılmış, herkesin arasında neredeyse bilmem ne edecek. Bunlar insan mı, köpek mi?

Taksim’e gidiyorum. Oradan boydan boya Tünel’e kadar yürüyorum. İstiklal caddesi İstanbul’un Şanzelize’siymiş… Bu lafı kim etmişse halt etmiş. Bizim Beyoğlu, Paris caddelerinin ancak bir karikatürüdür. Anormal bir kalabalık seller gibi akıyor. Ara sokaklar bile dolu. Yanımıza bir noter, bir de üç kişilik yeminli bir bilirkişi heyeti alarak İstiklal caddesindeki kalabalığın kılık kıyafeti hakkında bir rapor yazdırsak netice ne olacaktır?.. Ortaya bir rezaletin, bir kepazeliğin, bir pespayeliğin, bir rüküşlüğün müseccel tablosu çıkacaktır.

Nerede benim çocukluğumun ve gençliğimin, daha önceki 1930’lu yılların Beyoğlusu, nerede bugünkü Beyoğlu. 1945 ile 1952 yılları arasında Galatasaray’da yatılı öğrenci iken cumartesi pazar günlerinde (o tarihlerde hafta tatili cumartesi saat 13.00’te başlardı) Beyoğlu bir şıklık ve kibarlık meşheri idi. Büyük çoğunluğun gömleklerinin yakaları kolalı idi, kravat takarlardı. Ayakkabılar pençeli de olsa boyalı ve cilalıydı. Elbiseler ters yüz edilmiş de olsa ütülü idi. Suratlar bakımlı, saçlar taralı idi. Kimse sokaklarda yılışık yılışık gülüp konuşarak dolaşmazdı. Kaç kere yazdım, bir kere daha tekrarlayayım: 1929’da İstanbul’da tam beş adet günlük Fransızca gazete yayınlanıyormuş. Nüfus da bir milyonun altındaymış…

Elimde bir yük olmaksızın Taksim’den Tünel’e kadar yürüdüm ve taş taşımışcasına yoruldum. Sanki dayak yemiştim. O kalabalık, o çapaçulluk, o kargaşa, hele o bazı suratlar, kıyafetler beni yormuş, bitirmişti.

(Başka bir gün…)

Tramvayla bir yere gidiyorum. Oturduğum sıranın arkasında bir genç kızla bir delikanlı oturuyor. Kız herkesin duyacağı şekilde hafif şeyler konuşuyor ve birkaç saniyede bir isterik isterik gülüyor. Bu gülüşler bir genç kız gülüşü değil, affedersiniz bir fahişe, bir hafifmeşreb kadının gülüşleri… Genç erkek, arkadaşından daha beter. O da sebepli sebepsiz kıkır kıkır gülüyor. Üç dakika, beş dakika tahammül ettim, nihayet dayamadım, ilk durakta indim ve yoluma başka bir vasıta ile devam ettim.

Bu iki gence sokakta, toplu taşıma vasıtalarında, halkın arasında nasıl hareket edileceğine dair görgü kuralları öğretilmemişti. Aileleri öğretmemişti. Okul öğretmemişti. Toplum öğretmemişti… Onlara kızmıyorum, gençliğini böyle yetiştiren bir topluma kızıyorum.

Bizim hafif meşreb sandığımız Batılılar böyle midir? Hayır, onlar görgü konusunda bizden çok ileridir.

(Bir hafta sonra…)

Bugün canımı sıkan, başımı ağrıtan şeyler oldu. Öğleye doğru Çemberlitaş Tavukpazarı’ndaki Bahar lokantasına gittim, karnımı doyurdum. Sonra Kapalıçarşı’ya girdim, orada dükkanı olan Afganistan Türkü bir zattan on adet el yapımı, yarı-kıymetli taşlı yüzük aldım. Sahaflar Çarşısı’na girdim, kitaplara bakmama vakit kalmadan öğle ezanı okundu. Beyazıt Camii’ne girdim. Namaz güzel kılındı, sonra yine çok güzel şekilde Kur’ân okundu. Beyazıt meydanına bakan Özbek hanına girdim, oradaki sahaflardan iki kitap aldım. Biri Macarca, Kanunî Sultan Süleyman’ın Zigetvar seferi ile ilgili minyatürler ihtiva ediyor.

Handan çıktım, yürüyüş sağlığa yararlıdır, eve yayan gideyim dedim. Keşke tramvaya binseymişim. Anlatayım: Çarşıkapı’yı geçtim, Mimar Hayreddin Camii’nin önünden geçerken birkaç metre ileride, on sekiz-yirmi yaşlarında biri erkek biri kancık iki mahluk son derece laubali, son derece terbiyesiz, son derece utanmazca birbirleriyle öpüşerek gidiyorlardı. Elleri bellerine dolanmış, kız beş on saniyede bir erkeğin yanağına bir öpücük konduruyordu.

Lanet olsun, dedim, arayı açmak için adımlarımı yavaşlattım. O terbiyesiz çifti gören, biri yaşlı, biri genç iki tesettürlü kadın “Bu ne haldir?..” diye söylendiler. Gençler, sokak ortasında böyle köpekçe muhabbetler sergileyerek yollarına devam etti.

Şimdi soruyorum: Bunlar, provokasyon için mi yapılmaktadır?

Geçenlerde başı örtülü, göbeği açık genç bir hatun görüldüğünü yazmıştım. Yukarıda anlattığım çift de vazifeli olabilir. Halktan bir veya birkaç kişi çıkabilir ve onlara “Yahu ayıptır, biraz daha terbiyeli olsanıza…” diyebilir. Bunlar, vazifeli provokatörler (kışkırtıcılar) oldukları için işi büyütebilirler. Sonunda bir hadise olabilir. Ertesi günü birtakım gazeteler leş kargaları gibi feryada başlar “Dün şehrin göbeğinde gericiler iki ilerici ve çağdaş gence saldırdı. Yeni bir Kubilay Vak’ası yaşayabiliriz. Şeriat en büyük ve yakın tehlikedir. Laiklik elden gidiyor. Kalkın ey ehl-i vatan, falan filan…” 18 Haziran 2005