Pazartesi günlü yazı çıkmamıştır..

 

Korkarım ki, ölü sayısı elli bini bulacaktır. Bunun sebebi tabiî âfet midir? Hayır, suçu tabiata, yahut kaderin üzerine atmak doğru değildir. İnsanlar, toplumlar bazen kaderlerini seçmek imkân ve hakkına sahiptir. Türkiye, bir müddetten beri çok kötü idare edildiği için felâket bu kadar büyük olmuştur.

1755’te Portekiz’in başşehri Lizbon’da büyük bir zelzele olmuş, yıkılan binaların enkazı altında kalan, denizden gelen büyük ve azgın dalgalar arasında boğulan, deprem dolayısıyla çıkan yangınlarda yanan insanların sayısı 40 bini bulmuştu. Lizbon zelzelesi o zamanın filozofları ve düşünürleri arasında büyük münakaşalara sebebiyet vermişti. Voltaire bu konuda kötümser, şaşkın hareket etmişti. Ona göre bu zelzele kör bir tabiatın eseriydi. Rousseau ise 18 Ağustos 1756 tarihli mektubunda, bir suç varsa bunun tabiata ait olmadığını söylüyordu. “Lizbon’da altı yedi katlı yirmi bin evi tabiat yapmamıştır” diyordu. O şehrin halkı bu kadar yığılmamış, meskenlerini başka şekilde yapmış olsalardı felâket olmayacaktı, zelzele mıntıkasının yirmi fersah ötesinde olsalardı, faciadan korunmuş olacaklardı diye ilâve etmişti.

Türkiye bu son felâkete göz göre göre idarecilerinin yetersizliği yüzünden mâruz kalmıştır.

Zelzele bölgesi olduğu kesinlikle bilinen yerlere yüksek katlı çürük çarık binalar yapılmıştır. Ucuz düşünenler, kabahati müteahhitlere atıyor. Hayır asıl kabahatli olanlar resmî müesseselerdir. Devlet ve belediyelerdir. Üniversitedeki uzmanların, aydınların seçkin kişilerin, politikacıların, belediyecilerin bu konuda vazifelerini yapmış olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Yıkılan her binanın yapımı için resmî mühürlü isimler verilmiş, yapım bittikten sonra içinde oturulması için ruhsat verilmiştir.

Zelzelede yıkılan şehirlerimiz, ölen vatandaşlarımız ehliyetsizliğin yetersizliğin, kokuşmanın, rüşvetin, makbuzlu bağışların, popülizmin kurbanı olmuştur.

Türkiye’deki yapılaşma ilme, hikmete (bilgeliğe), insan fıtratına, millî kimliğe aykırı bir şekilde gelişmiştir. Paranın tek değer olduğu dengesiz bir toplum eski geleneksel yaşama şeklini ve tarzını değiştirmiş; kendini israfa, aşırı tüketime, konfora, lükse vermiştir.

Türkiye, kötü değil, çok kötü idare edilen bir ülke olduğu içindir ki, dünyanın en güzel yeri olan İzmit Körfezi’nde ve Marmara sahillerinde, turistik tesisler ve yerleşim bölgeleri yapılacağına sanayi kurumları, fabrikalar kurulmuştur.

Bizim geleneksel kültürümüzde dev gibi blok apartımanlarda oturmak yoktur. Zaten bütün dünyada, ileri ülkelerde artık bloklar ve apartımanlar değil, bahçeli küçük evler yapılmaktadır. Bir İngiliz gazetesi, “Türkler, eskiden olduğu gibi ahşap evlerde yaşamış olsalardı, zelzelede bu kadar zayiat vermeyeceklerdi” diye yazmış. Doğru söylemiş.

Kötü ideoloji, kötü eğitim, kötü idare, kötü hayat felsefesi, kokuşma, popülizm nice şehrimizi harap etti, elli bin vatandaşımızın canına kıydı, onbinlerce vatandaşımızın sakat kalmasına sebebiyet verdi; zaten durumu parlak olmayan ekonomimizin belini büsbütün kırdı.

Hayır, kabahat o mevhum tabiatta yahut kaderde değildir. İnsanların bir kaderden başka bir kadere kaçmak imkânları vardır. Kabahat kötü idarecilerde, kötü politikacılarda, kötü eğitimcilerde, kötü üniversitelerde, kötü aydınlarda, kötü ideolojilerdedir.

İstanbul’da nice büyük binaların zelzelede yıkıldığı bölgelerin yüksek bina yapımına müsait zeminler teşkil etmedikleri bilinmiyor muydu? Pekâlâ biliniyordu. Peki oralarda yapılaşmaya niçin izin verilmiştir?

Dini imanı para olan adamlar kabahati tabiatın, kaderin, hırsız müteahhitlerin üzerine atmakla kurtulacaklarını sanmasınlar. Yıkılan her binada koca koca resmî mühürler bulunmaktadır. O mühürleri müteahhitler basmamıştır. Devletin bürokratları basmıştır, mahallî idareler basmıştır.

Su baskınlarında da durum böyledir. Erozyon, Türkiye’yi yiyip bitirmektedir. Bunun sebebi de kötü idaredir. Medenî, akıllı, iyi idare edilen, hikmetli yöneticilere sahip ülkelerde niçin erozyon yoktur? Çünkü oralarda idareye ilim, irfan, hikmet, ehliyet hâkimdir. Bunlar olursa bir memleket iyi idare edilir ve kayıplar asgariye indirilir.

Demagoglardan, şarlatanlardan, sahtekârlardan, ehliyetsizlerden, yiyicilerden, rüşvetçilerden, makbuzlu bağışçılardan, ideoloji manyaklarından, popülistlerden, yalancılardan kurtulmadıkça Türkiye’nin başına böyle gayr-i tabiî âfetler gelecektir. Zelzele bir gelir. Başka âfetler var ki, her gün sürüyor. Kötü idare işte bunların birincisidir ve başıdır.

Gençler!

Müslüman gençler! Sizin şu veya bu mezhebe, filan veya falan tarikata, A veya B cemaatine mensup olmanız sizi vasıflı, güçlü, üstün, mükerrem kılmaz. Güç ve üstünlük ilimle, irfanla, kültürle, ahlâkla, faziletle, hikmetle, sanatla olur. Siz, aptalca öğünmeleri, futbol kulübü tutar gibi hizip ve fırka fanatizmini bırakınız da, yukarıda saydığım şeyleri elde etmeye bakınız. Bunları size bugünün eğitim, sistemi veremez. Peki nereden bulup alacaksınız. Kitap okumakla da olmaz. Büyükleriniz size ilim, irfan, kültür, hikmet, ahlâk, fazilet, sanat öğretmekle mükelleftir. Sizi robot, zombi, şartlı refleksli, fanatik yetiştirmek için çırpınan adamlar, size iyilik değil kötülük etmektedir. “Bizim baronumuz, bizim hazretimiz şöyle büyüktür, böyle yücedir…” gibi hezeyanların bir kıymeti yoktur. Gerçekten büyük, himmetli, yüce zatlar ise haydi sizi ilimli, irfanlı, kültürlü, hikmetli, ferasetli, fetanetli, hikmetli, sanatlı, edebli Müslümanlar olarak yetiştirsinler.

Gençler! Harcanmayınız, kendinizi harcatmayınız. İslâm’da kemmiyetten (sayı çokluğu, kantite) önce keyfiyet gelir. Kuru kalabalığın, molozluğun kıymeti yoktur. Bir tek güçlü, vasıflı, üstün, bilge, faziletli adam, bin molozdan daha üstündür. 24 Ağustos 1999