1985 ile 1995 arasında geçen on yıl, Türkiye Müslümanları için bir altın çağ olabilirdi. Tarihimizdeki en büyük demokrasi o zaman yaşanmış, büyük bir hürriyet görülmüş, fırsatlar ve imkânlar zuhur etmiştir. O on yıl içinde büyük bir maddî genişlik de olmuştur. Müslümanların bunlardan yararlanarak temel ve zarurî müesseseleri kurmaları gerekirdi. Medya işi halledilmeli; bilgi bankası, stratejik araştırmalar enstitüsü, dokümantasyon merkezi gibi mutlaka olması gereken kurumların temelleri atılmalıydı.

Müslüman kesimin başını çeken din baronları, hazretler, üstadlar, şeyhler, hocalar, hocaefendiler, ağabeyler, önderler maalesef bu on altın yılın kadr ü kıymetini bilemediler.

Şimdi o güzel bahar ve yaz mevsimi geçti ve zorlu bir kışa girdik ve hâlâ da ibret almıyoruz, toparlanmıyoruz.

Beton cami binaları… Bu binaların binde 999’u mimarlık bakanından, sanat açısından değersiz ve taklit yapılar… Üç şerefeli, füze gibi uzun yakışıksız minareler… Zevksiz, çirkin halılar, çiniler, fayanslar… Hoparlörler, ışıldaklar, fırıldaklar, zırıldaklar… Cami helâları, meşrutalar (imamevleri), şadırvanlar… Her aklına gelen vakıf kurdu, vakıf sayısı binleri aştı. Peki bunlar neye yarar, ne iş yapar? Bunu düşünen yok…

Bu on altın yılda özel diyanetler, din baronlukları, cemaatler keyfe mâ yeşâ hareket ettiler. Onların İslâm’ı ve çağı yakalamak diye bir meseleleri yoktu.

Bunca zaman, fırsat, hürriyet, para israf edildi.

Kırsal kesim, köylü, gecekondulu, taşralı, varoşlu, zihniyet… İslâm’ı hakkıyla anlayıp idrak edememiş, çağın dışında, tarihin marjında kalmış kafalar… Salkım sepet sahte mehdi, sahte kutub, sahte gavs, sahte mücâhid, sahte kurtarıcı, sahte dâva adamı… Dâva diye deve edilen trilyonlar, milyarlarca dolarlar. Türkiye binbir buhran içinde bocalarken, Müslümanların bir bilgi bankası ve stratejik araştırmalar enstitüsü yokken yurt dışında, uzak ülkelerde kurulan müesseseler…

Benlikler, benlikler, benlikler… Kudurmuş gibi mal ve cah peşinde koşan haşarat. Mukaddesat bezirgânları, arivistler, sahtekârlar, yalancılar (yalan ile dinî hizmet bir yerde barınır mı?), emânete hiyanet, vaadinden dönmek… Gurur, kibir, tafra, tantana, nümâyiş…

Hizip, hizip, hizip… Fırka, fırka, fırka… Bölünmüşlük, parçalanmışlık, çekememezlik, muhabbetsizlik… Düşmanlara sevgi, Müslümanlara buğz u adavet… Kendilerini dev aynasında gören bir sürü raca, mihrace, derebeyi…

Zevksiz zevksiz sözde islâmî kıyafetler… Öbür kutupta film artisti gibi bir dirhem iki çekirdek giyinmiş birtakım Müslüman önderler…

Beş yıldızlı otellerde verilen bin kişilik iftar showlar. Mutfaklarında etlerin şarapta yumuşatıldığı, domuz pirzolası ile dana külbastısının aynı ızgaralarda pişirildiği, pilava bile lezzetli olsun diye şarap veya şeri (kiraz likörü) karıştırılan; fuhuş ve günah yuvası beş yıldızlı oteller…

Beyinleri yıkanmış, zombileştirilmiş, robot haline getirilmiş, sekter düşünce zindanında hapsedilmiş, fanatikleştirilmiş taraftarlar, hooliganlar…

Allah’a, Peygamber’e, Kur’ana, Şeriat’a hakaret edilince susan tepki göstermeyen alçaklar… Kendi şeyhine, kendi cemaatine, kendi hizbine sataşılınca küplere binen, ateş püsküren, kızıp köpüren dengesizler…

İslâmî hizmet ve faaliyetleri bir rant konusu, bir hobi, bir boş zamanları değerlendirme gibi algılayan haşarat sürüsü…

Peygamber için, “O bir postacıydı, öldükten sonra işi bitmiştir. Sakal-ı şerife hürmet göstermek şirktir… Bugünkü ilmihal Müslümanlığı yanlıştır, asıl Müslümanlık benim ortaya çıkardığım Kur’an Müslümanlığıdır” şeklinde hezeyanlar sarfeden adama gereken cevabı vermemek, tam aksine onu ödüllendirmek.

Bir sürü mantıksızlık. Onlardan biri de, bütünü parça içine, İslâm’ı ve Ümmet’i kendi hizipleri içine sıkıştırmaya, sokmaya çalışma beyinsizliği.

Sadece Türkiye’de değil, bütün İslâm dünyasında Müslümanların işleri iyi gitmiyor. Bunun sebebini dinsizlerde bulmak, suçunu Masonlara yüklemek yeterli bir açıklama ve izah değil. Kabahatin büyüğü Müslümanlardadır. İslâm’da kabahat ve suç yoktur, suç Müslümanlardadır. Hangi Müslümanlarda? Elbetteki halkta, kalabalıklarda da değil. Müslümanların başını çeken kimselerdedir. Bir gemi batarsa suç tayfalarda olmaz, kaptanda olur.

Dinî hizmetler ve faaliyetler ticarî bir zihniyetle ele alınırsa, neticeye böyle olur. İslâmî hizmet ve faaliyetler ihlas, istikamet, ilim, irfan, ahlâk, fazilet, hikmet, feragat, fedakârlık, mürüvvet, şecaat ile başarılı bir şekilde yürütülebilir. Allah için kurban, küp için kavurma zihniyeti ile bir yere varılamaz. İslâmî hizmet ve faaliyet yapanlar, dâva adamları, çobanlar ücret ve mükâfatlarını halktan değil, Hâlik’ten beklemelidir. Kırsal kesim ve gecekondu zihniyetiyle demagoji ve şamata yapılır ama işe yarar hizmet ve faaliyet yapılamaz.

Bugün islâmî kesimde öyle cemaaatler, hizipler, sektler vardır ki, onlara zekâ katsayıları (IQ) yüz yirminin üzerinde çocukları veriniz, bu akıllı gençleri bir iki sene içinde geri zekâlı hale getirirler. Evet, vücut nasıl geliştiriliyor veya körletilip hantal ediliyorsa, zekâ da gelişmeye ve dumura uğramaya müsaittir. Cemaatlerini veya hiziplerini İslâm’ın üzerinde tutan; Allah’a, Peygamber’e, Kur’ana, Şeriat’a saldırıldığı ve hakaret edildiği vakit alçakça susan ve asla tepki göstermeyen ahlâksız ve fanatik cemaatçiler, Müslüman halkın ve gençliğin bir kısmını zombileştirmişler, robot haline getirmişler, vicdanlarını körletmişlerdir.

Fâcia devam ediyor. 28 Şubat 1998’den bu yana Müslümanların uyanması, toparlanması, hatâlı yollardan ve metodlardan vaz geçmesi, birleşmek için teşebbüse geçmesi, kendini islah etmesi gerekirdi. Maalesef böyle olmadı. Eski gafletler, hatâlar, hiyanetler sürüyor. Sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket ediliyor. Hâlâ olmayacak dualara âmin deniliyor, dedirtiliyor. Müslümanlar! Ne zaman uyanıp toparlanacaksınız? 25 Aralık 1998 Cuma