Salı

 

1908’de hürriyet geldi, İkinci Meşrutiyet devri başladı. Selanik’te, başka yerlerde bazı gafil İslâm hocalarıyla papazlar sokaklarda birbirlerine sarılıp öpüştüler; on sene sonra koskoca devlet Mondros’ta teslim oldu, 1922’de Osmanlı Devleti tarihe karıştı. Devletin ayakta durması, ülke bütünlüğünün korunması, herhangi bir kayıp olursa, bunun en az şekilde olması için idarenin başında Sultan Abdülhamid’in bulunması gereğini anlayan binde bir adam çıkmadı yüksek tabakadan. İstanbul ve nice şehir “Yaşasın hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet” sadâları ile çınladı. Ülke ve devlet battıktan sonra hürriyetin, adaletin, eşitliğin ne kıymeti olabilirdi?

Be adamlar, haydi meşrutiyeti ilan ettirdiniz, bari tecrübeli ve birikimli siyaset dehası Sultan Abdülhamid’i, düzmece ve tertip 31 Mart Vak’asını bahane ederek tahttan indirmeseydiniz. Ama onların içleri kin doluydu. “Padişahı hal’ etmeyelim. Hal’de uğursuzluk vardır. Feragat teklif edelim, kendi arzusuyla saltanatı bıraksın, çekilsin” teklifi kabul edilmedi ve koskoca Osmanlı padişahı ve İslâm halifesi, içlerinde İtalyan Yahudisi Emmanüel Karasu’nun da bulunduğu bir heyet tarafından hakarete uğrayarak İstanbul’dan Selanik’e sürüldü.

İkinci Viyana bozgunundan sonra orduyu toparlayacak, devletin zarar ve ziyanını en az seviyeye indirecek olan tek şahıs Merzifonlu Karamustafa Paşa’ydı. Onu Belgrad’da idam ettirdiler ve 1683’ten 1699’a kadar devlet perişan oldu, nice vilayeti elinden çıktı, milyonlarca Müslüman öldü, süründü, zillete düştü.

Jön Türkler’in sadrazamı, Beyoğlu’nda bir Madam’ın kumarhanesinde bir gece kumar masasındayken bir yaver çok önemli bir zarf getirmiş. Paşa kumarla meşgul, zarfı almış, cebine koymuş, kumardan sonra biraz yatıp istirahat etmiş. Saatler geçtikten sonra zarfı açmış ki, İtalya devleti harp ilan etmiş. Jön Türkler memleketi ve devleti böyle idare ettiler.

Başta Sultan Abdülhamid bulunsaydı İtalyanlar Trablusgarb’ı ve Oniki adayı alamazlardı.

Balkan Harbi başlamadan önce büyük devletler, savaşın neticesi ne olursa olsun, hangi taraf galip gelirse gelsin sınırların değişmeyeceğine dair bir karar almışlardı. Çünkü böyle bir savaşı Osmanlı devletinin kazanacağını sanıyorlardı. Evet, Sultan Abdülhamid başta olaydı Balkan savaşını kaybetmezdik. Bu savaşı Jön Türkler kaybettirmiştir. Koskoca Rumeli elimizden gitti.

Ya Birinci Dünya Savaşı’na girişimiz. Bu tam bir faciadır. Sultan Abdülhamid başta olsaydı böyle bir akılsızlık yapar mıydı?

Sultan Abdülhamid müstebitmiş. Evet müstebitti ama kan dökücü ve zalim değildi. Zamanında Midhat Paşa’nın ve Mahmud Celaleddin Paşa’nın Taif’de öldürülmeleri dışında hiçbir siyasî cinayet işlenmemiştir. Muhalifleri sürerdi. Çoğuna sürgünde bir iş vermiş, serbestçe yaşamalarına ve geçinmelerine imkan tanımıştır. Jön Türkler, İttihadçılar ülkeyi darağaçlarıyla doldurdular, tavuk boğazlar gibi vatandaş astılar. Hürriyet getirmişlermiş. Sevsinler böyle hürriyeti.

Tevfik Fikret de Sultan Abdülhamid düşmanıydı, Müslüman Mehmed Âkif de. Safahat’ta Abdülhamid Hân aleyhindeki ağır şiirler yenilip yutulacak şeyler midir?

Sultan Abdülhamid’in istibdatı şefkatli bir istibdattı. Devletin her işine karışır, sadece adliyeye karışmazdı. Çünkü adaletin mülkün temeli olduğunu iyi biliyordu.

Sultan Abdülhamid ne demektir? İstanbul’dan trene biniyorsun, ta Üsküb’e kadar pasaportsuz kendi ülkende seyahat ediyorsun demektir. Yine İstanbul’dan trene biniyorsun, arada vasıta değiştirerek Şam’a gidiyorsun, oradan Medine-i Münevvere’ye kadar pasaportsuz tren yolculuğu yapıyorsun demekti.

Birtakım kavramlar, değerler, ideolojiler zâhirde faydalı görünseler de ülke, halk, devlet için son derece zararlıdır.

Tekin Alp takma adı ardına sığınıp da Türklere Türkçülük ve milliyetçilik öğreten, kitaplarına “Kahrolsun Şeriat” diye bölüm başlıkları atan Moiz Kohen efendinin Türkçülüğünden ve milliyetçiliğinden bu ülke, bu devlet, bu millet ne kazandı?

İşte şimdi 2002 Miladî yılındayız. Türkiye, bu coğrafyadaki bin yıllık varlığının ve tarihinin en ağır, en vahim buhranını yaşıyor. Midhat Paşaların, Serasker Hüseyin Avni’lerin, Enver’lerin, Talat’ların, Tevfik Fikret’lerin, Abdullah Cevdet’lerin ekmiş oldukları rüzgarların kasırgalarını biçiyoruz.

Dünyada hangi millet mâzisine, tarihine, millî mefâhirine, ecdadına söğüp sayarak izzet bulmuş, yükselmiş ve ilerlemiştir.

Bindiğimiz dalları keserek bugünlere geldik.

Moiz Kohen milliyetçiliği ve Türkçülüğü Türklere, Türkiyelilere hiç mi hiç yaramadı; çok pahalıya mal oldu.

İthal malı bid’at İslâmcılık cereyanları da İslâm’a ve Müslümanlara zarar verdi.

Asyalı, Doğulu, Ortadoğulu, Müslüman bir ülke ve halkın Avrupa ve Amerikalılar gibi batılılaşması mümkün müydü? Esmer bir insan sarışın olabilir mi? Hadi saçını sarıya boyattı, peki derisinin rengini ne yapacak?

1945’te tepelerine inen iki dehşetli atom bombası ile perişan olan Japonlar tarihlerini, ecdatlarını, kültür, kimlik ve kişiliklerini inkâr ederek mi toparlandılar? Amerikalılar onları bozmak istedi ama onlar yine direndiler ve kendi geleneklerini, özelliklerini, kendi kafa yapılarını ve zihniyetlerini korudular. Japon yazısı çok zor, çok çetrefil, öğrenilmesi çok zahmetli bir yazı ama onlar bu yazı ile, bir tanesi günde on üç buçuk milyon satan günlük gazeteler çıkartıyor, dört yüz üniversitede dünya çapında bilgili ve hünerli elemanlar yetiştiriyor, şimdiye kadar nice Nobel kazanmış bulunuyorlar. Yabancılaşmış, dejenere olmuş, kendilerini inkâr etmiş olsalardı ayakta kalabilir, ilerleyebilir, güçlenebilirler miydi?

1950’lerde fakir, perişan, kırsal kültürlü, savaşla yakılıp yıkılmış, sanayisiz, her bakımdan dökülen Güney Kore nasıl oldu da çok güçlendi, devleşti, akıl almaz bir şekilde yükseldi?

Altıyüz küsur kilometre karelik küçücük Singapur nasıl oldu da bir finans, ticaret, sanayi gücü haline geldi; nizam, intizam, denge ve sağlıklı toplum yapısıyla dünyaya örnek teşkil etti? Singapur halkının yüzde onikisi Müslümandır. Bu yüzden bayraklarının bir köşesinde ayyıldız vardır.

Yazık ki, biz tarihten ibret almıyoruz, başka devlet ve milletlerden ders almıyoruz; ilme, mantığa, hikmete, sağduyuya kapılarımızı kapatmışız. Memleketin, milletin, devletin batmasına da mal olsa burnumuzun doğrultusunda gidiyoruz. 14 Ağustos 2002