Cumartesi

 

Sultan İkinci Abdülhamid Han hazretleri ulemadan Şirvanlı Ahmet Hamdi efendiyi, İngilizlerin işgalinde bulunan Hindistan’a şehbender (konsolos) olarak göndermiş, o da seyahat intibalarını, gördüklerini “Seyahatnâme – Hindistan, Svat ve Afganistan” ismiyle hicrî 1300’de (bundan 122 yıl önce) yayınlamıştır. Bu Osmanlıca eseri

Fatma Rezan Hürmen

hanımefendi hayli emek vererek, büyük bir ciddiyetle latin harflerine çevirmiş bulunuyor (Arma Yayınevi İstanbul 1995). Bu kitabı tedkik ederken, yazarın Bombay’a gelişini müteakip oranın Müslüman ahalisinin gösterdiği yakınlık ve sevgi ile ilgili satırlar beni çok duygulandırdı. Bunları lisanını sadeleştirerek sizin de dikkatlerinize sunuyorum:

“… Karşılamak için Bombay’ın yerli Müslüman ahalisinin sokaklara döküldüğünü görünce, gerek bunların bize olan muhabbetlerinden ve gerek bu şehrin letafetinden meydana gelen ferahlık bize vapurda birkaç gün
boyunca

(fırtınadan dolayı)

çektiğimiz o korkunç sıkıntıları hep unutturdu. Biz iskeleye çıkar çıkmaz ahali, Hindistan’a geldiğimizden dolayı teşekkürnâmeler takdim ettiler. Halkın hepsi bizi ziyaret etmek istiyordu. Ancak hükümetin

(İngiliz idaresinin)

bundan hoşlanmayacağını bildiğimiz için bu istekleri kabul edemedik, sadece bazı ilerigelenlerin gelmesine müsaade ettik. O gün hayli kimse gelip bizi ziyaret ettikleri gibi, gece saat iki raddelerinde

(güneş battıktan iki saat sonra)

meş’alelerle birçok âdemler bulunduğumuz şehbenderhanenin

(konsolosluk binasının)


önünde toplanarak gösteriler yaptılar, Padişahımız efendimiz hazretlerine pek çok dualar ettiler.

Bombay’a gelişimizin ikinci cuma günü, cemaati az bir camiye Cuma Namazı kılmak için gittim. Biz oraya vardığımızda her ne kadar cami tenha idiyse de, namaz kılınıncaya kadar caminin içi ve dışarısı insanlarla doldu. Namazdan sonra cami içinde üzerimize gül suları ve çiçekler serperek bize ikrama başladılar. Camide bulunanlar ellerimizi öpmek için üzerimize öyle hücum ettiler ki, kalabalık ve sıkışıklıktan boğulma derecelerine geldik. Kalabalığın gittikçe artmakta olduğunu görünce, mahallî hükümetin gücenmemesi için, gelenlerin arkası kesilmeden dışarıya çıkıp menzilimize gittik.”

(s. 14-15)



Evet, Sultan Abdülhamid zamanında Osmanlı devletine, İslam hilafetine, Türklere karşı bütün İslam dünyasında büyük bir sevgi ve bağlılık vardı. İngiltere, Fransa, Hollanda gibi sömürgeci devletler bu sevgi ve bağlılıktan ürktükleri için her ne bahasına olursa olsun saltanat-ı Osmaniyeyi ve Hilafet-i islamiyeyi yıkmaya karar verdiler.

Lozan’ın gizli protokolundaki maddelere göre,

yeni Türk rejimi İslâm dini ile, Müslüman dünyası ile, Türk âlemi ile alakalarını kesecekti.

Şu anda asırlarca beraber yaşamış olduğumuz Arap ülkeleriyle siyasî, kültürel, beşerî münasebetlerimiz çok zayıftır. Türkiye ile Mısır’ın durumları sanki İzlanda ile Kamboçya’nın durumları gibidir. Sınır komşumuz Suriye’ye aslında ne kadar uzağız. Emperyalist güçler kardeş Irak ile ticarî, turistik ilişkilerimizi asgarî (en düşük ve küçük) seviyeye indirtmişlerdir.

Esrarengiz ve gizli şer güçleri Türkiye ile diğer Müslüman ülkelerin arasına sanki uçurumlar koymuşlardır.

Son birkaç yıldan beri Türkiye ile İsrail büyük bir işbirliği ve ittifak içindedir. Aradan su sızmıyor. Aynı yakınlık Müslüman Ortadoğu ülkelerine karşı niçin gösterilmiyor? Müslümanlarla din ve kültür paralelliğimiz var. İsrail ile aramızda hiçbir paralellik yok. Dini ayrı, kimliği ayrı, kültürü ayrı. Üstelik Yahudi devletinin siyasî rejimi de bizdekinin tam tersi. Ankara ültra-laik, siyonistler ise Musevî Şeriatı üzerine kurulu bir sisteme sahip. Onların hafta tatili kendi kutsal günleri olan Cumartesi’dir. Onlar yazılarını İbrani alfabesi ile yazarlar. Orada evlenme ve boşanma işlerine devlet değil hahamlar bakar. Orada, dindar Yahudilerin oturduğu mahallelere sefer yapan otobüslerde erkekler ile kadınların yerleri ayrıdır. Bizim laikler, bütün bunlara rağmen niçin İsrail hayranıdır? Müslümanlara sırt çevirip de İsrail ile dost olmanın Türkiye’ye, Türklere, Müslümanlara ne gibi yararları vardır?

Türkiye’de, sayıları üç bin kadar kalan Ortodoks Rumların Fener’de oturan bir patrikleri vardır. Bu patriği Türk devleti değil, kilise seçer. Ermenilerin de, Kumkapı’da ikamet eden bağımsız patrikleri bulunmaktadır. Yahudilerin bir başhahamı vardır. Onu da Musevîler seçer. Ülkemizdeki masonların üstad-ı azamlarını masonlar seçer. Süryaniler patriklerini kendileri intihab eder. Devlet onlara karışmaz.

Lakin ülkenin ezici çoğunluğunu teşkil eden Müslümanların din konusunda Hıristiyanlar, Museviler, Masonlar gibi geniş hürriyeti yoktur. Müslümanlar kendi dinî reislerini kendileri seçemez. Niçin seçemez? Laiklik yüzünden mi? Hayır, ülkemizde gerçek laiklik olsaydı, Müslümanlara böyle bir hürriyetin verilmesi gerekirdi.

Türkiye’de Müslümanların dinî, vicdanî hak ve hürriyetlerini devlet mi köstekliyor? Hayır. Bu köstekleme devletin işi değil, derin devlet denilen heyûlânın, resmî ideolojinin, gizli ve esrarlı güçlerin, egemen azınlıkların işidir.

Ülkemizde sayılarını en fazla yüz bin olarak tahmin ettiğim, Yahudi asıllı, çift kimlikli, zâhirde Türk ve Müslüman görünen, gerçekte ise Yahudiliğin Sabataycı mezhebine veya tarikatına bağlı bulunan vatandaşlarımızın bir kısmı Müslüman çoğunluğun din, inanç ve inandıkları gibi yaşamak hürriyetine son derece karşıdır. Bu taifenin sayısı azdır ama ağırlığı, gücü fazladır. Onların dediği oluyor.

Aklı başında, gerçekçi, doğru düşünen, uzağı gören Amerikalı devlet adamları bile bizdeki rejime itidal ve basiret tavsiye ediyor. ABD Başkanı Clinton son Türkiye seyahatinde siyasî sistemin dizginlerini ellerinde tutanlara; millî kimlikle, halkla, İslam ile barışmaları, uzlaşmaları yolunda telkinlerde bulunmuştu.

Yakın tarihimizde Hüseyin Cahit Yalçın, Dr. Rıza Nur gibi, dindar olmayan kimseler bile Hilafet müessesesinin devletimize, ülkemize, milletimize yararlı olduğu fikrini besliyorlardı. Rıza Nur, hatıralarında, eline imkân geçerse Hilafet-i İslamiyeyi ihya edeceğini yazmıştır.

Fransa’da devlet laiktir ama orada Katoliklere, Protestanlara, Musevilere geniş bir din hürriyeti tanınmıştır. Hem Müslüman çoğunluğun ensesinde boza pişireceksin, hem de laik olduğunu iddia edeceksin. Olur mu böyle tenakuz?

Siyaset kültürüne sahip olmayan bazı Müslümanlar devlet ile sistemi özdeşleştiriyor ve bunun sonucu olarak devlet düşmanlığı yapıyor. Bu, gayet yanlış bir düşüncedir. Devlet hepimizindir, bizimdir. Onu ayakta tutmamız gerekir. Bizim ihtilafımız sistemle, düzenle, derin devlet denilen heyûlâ ile, resmî ideoloji iledir. Değiştirilmesi gerekenler bunlardır.

Türkiye İslam âleminin bir parçasıdır. Türkiye bir Ortadoğu ülkesidir. Öncelikle onlarla aramızı düzeltmemiz, dost olmamız gerekir. İslam âlemi ve Ortadoğu ülkeleri ile yapacağı ticaret Türkiye’yi ihya edecektir.

Lozan andlaşmasının gizli prokolonun bu devlete, bu ülkeye, bu halka hiçbir yararı olmamıştır. Zararları ise anlatmakla, saymakla bitmez. 13 Şubat 2000