Çarşamba

 

Mustafa Kemâl Paşa’nın muhaliflerinden olup Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra yurt dışında yaşayan gazeteci Refi’ Cevad Ulunay, İtalya’da San Remo’da sürgün yaşayan son Padişah Sultan Mehmed Vahidüddin Hân’ı görmüş, onun ölümünde yaşananları bizzat görmüştür. Ulunay, vefatından sonra Tercüman gazetesinde “Bu Gözler Neler Gördü?” başlığıyla yayınlanan bir kısım hatıralarında San Remo’daki köşkte son Padişah’ın huzuruna kabul edilişini anlatırken, Sultan Vahidüddin’in yanındaki sehpada bir adet Rübab-ı Şikeste bulunduğunu kaydeder.

Tevfik Fikret, Osmanlı’nın son devrinde, Cumhuriyet’in Nâzım Hikmet’ine benzeyen bir edib ve şairdir. Ermeni komitacıları Sultan Abdülhamid’i öldürmek için cuma selâmlığı merasiminde Yıldız Camii’nin bahçe kapısı yanına içinde bomba bulunan bir araba koyarlar. Padişah’ın camide ne kadar kalacağını daha önceki cuma namazlarına bakarak tahmin etmişler ve arabadaki cehennem makinasını (bombayı) ona göre ayarlamışlardır. O hafta Padişah camide ayak üstü Şeyhülislam Cemalüddin Efendi ile biraz konuşur ve arabasına binip Saray’a dönmekte gecikir. Bomba Padişah gelmezden önce büyük gürültü ile patlar; civardaki insanlar, arabalar, atlar havaya uçar. Sultan İkinci Abdülhamid suikasddan kurtulur. Tevfik Fikret bunun üzerine büyük üzüntü duyar ve “Bir Lâhza-i Teahhur” (Bir Gecikme Anı) adlı, Halife ve Padişah hazretlerine kin ve nefret dolu bir şiir kaleme alır. Kendi devletinin, kendi ülkesinin başındaki zata karşı böyle korkunç bir düşmanlık beslemektedir Fikret. Onun oğlu Haluk Amerika’ya gitmiş ve orada Protestan papazı olmuş, kaybolmuştur.

Ne garip cilve ve tecellidir ki, son Osmanlı Padişahı ülkesinden kaçarken, hazine-i hassasından dışarıda geçimini temin edecek kadar para ve servet almamıştır ama Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sini bavuluna koymayı ihmal etmemiştir. Hanedan-ı Âl-i Osmana düşman münkir bir şâirin kırık sazı…

Tevfik Fikret’in Nâzım Hikmet’e benzeyen başka bir tarafı da şudur: İki şair de, gençliklerinde dindar, mâneviyatçı idiler. Fikret, henüz genç ve tanınmamış bir şair iken bir na’t (Peygamberimize övgü şiiri) yarışmasına girmiş ve birinci olmuştur. Nâzım’ın da Mevlânã için, Beyoğlu’ndaki Ağa Camii için güzel şiirleri vardır.

Sultan Vahidüddin merhum yurtdışına çıkarken İslâmcı şair Mehmed Âkif’in Safahat’ını mı almalıydı yanına? Almazdı, alamazdı. Çünkü Âkif Safahat’ta Hakan-ı Sâbık Abdülhamid Hân’a çok ağır, çok hakaretâmiz şekilde çatmaktadır.

Sultan Abdülhamid dindar bir padişahtı. Beş vakit namazını kılar, diğer şer’î ibadetleri yerine getirirdi.
Birkaç tarikata bağlıydı. Suriyeli Şeyh Ebü’l-Hüda Sayyadî Yıldız sarayında yanında bulunurdu. Asıl büyük şeyhi, Şazeliliğin Darkavî koluna mensup Kutbü’l-Ârifîn Muhammed Zâfir el-Medenî hazretleri Sarayın alt tarafında bulunan tekkesinde (Şu anda Ertuğrul Camii-Barbaros Bulvarı) yaşardı. Padişahın başka şeyhlerle ve tarikatlarla da alâka ve bağları vardı.

Sultan Abdülhamid’e muhalefet etmiş, fakat onun devrilmesinden sonra devletin, ülkenin ve milletin başına gelenleri gördükten sonra çok pişman olmuş ünlü şahsiyetler vardır. Bektaşî meşrebli ve Farmason Rıza Tevfik, Ulu Hakan’dan sonra Türkiye’nin başına gelenler üzerine “Sultan Abdülhamid’in Ruhâniyetinden İstimdat” başlıklı uzun bir şiir yazmış, eski muhalefetinden dolayı pişmanlığını dile getirmiştir. Sultan Abdülhamid din ü devlet için gerçekten bir ni’met idi.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de, vaktiyle Sultan Abdülhamid’e ettiği muhalefetten peşiman olanlardandır. Sultan Abdülhamid kan dökmezdi. Nice idam mahkumunun cezasını bile müebbed hapse çevirmiştir. Ondan sonra iktidar mevkiine geçen Jön Türkler, İttihadçılar ise İstanbul cadde ve meydanlarını darağaçları ile doldurdular, hadsiz hesapsız adam öldürdüler. Sultan Abdülhamid, zararlı gördüğü kimseleri Kanun-i Esasî’nin kendisine verdiği hakla, İstanbal dışına sürerdi. Çoğuna iş, memuriyet vermiştir. Hürriyetçi Jön Türkler gibi muhalifleri zindanlara, Bekir Ağa Bölüklerine atmamış; sürüldükleri yerde serbestçe, çoluk çocukları ile yaşamalarına imkân tanımıştır. Bu yüzden Bediüzzaman onun için “şefkatli Padişah” demektedir.

Osmanlı Ermenilerinin hepsi Sultan Abdülhamid’e karşı ve düşman değildi. İngilizler, Ruslar, misyonerler, emperyalistler tarafından kışkırtılan Ermeni komitacıları (teröristleri) ona düşmanlık ediyordu. Yazık ki, bu düşmanlığın ve terörün acısını bütün Ermeniler çekti, suçlu suçsuz, yaş kuru hepsi perişan oldu.

1960’lı yıllarda Sirkeci’den yukarıya, Vilâyet’e çıkan Ankara Caddesi’nde Zaman Kütüphanesi vardı. Sahibi Misak efendi adında yaşlı bir Ermeni idi. Bir gün oradan eski kitaplar alırken söz Sultan Abdülhamid’e intikal etmiş ve Misak efendi heyecanlanarak “Ah o ne büyük padişahtı…” diye söze başlayarak Ulu Hakan’ı övmüştü.

İnsanlar, zümreler, milletler ve halklar bindikleri dalı kesmemeli; devletlerine, ülkelerine hizmet eden şahıslara düşmanlık etmemelidir. Sultan Abdülhamid zamanında büyük bir Rumeli-i Şahane’ye sahiptik. Hudutlarımız Batı’da Adriyatik denizine kadar uzanıyordu. Türkiye ile İtalya’nın arası İstanbul ile Mudanya kadardı. Jön Türkler, ittihadçılar bu değerli, verimli, güzel toprakları kaybettiler. 1912 Balkan Harbi Jön Türklerin siyasette, uluslararası münasebetlerde, istihbarat konusunda, diplomaside ne kadar cahil, beceriksiz, yaya, hattâ hain olduklarını gösterir. O savaştan önce Büyük devletler, savaşı Osmanlı devletinin kazanacağını tahmin ettikleri için, savaş sonunda hudutların değişmeyeceğine dair gizli bir karar almışlardı. Yazık ki, beyinsiz Jön Türkler savaşı feci şekilde kaybettiler ve Bulgar orduları Çatalcaya kadar geldi. Balkan devletleri, ganimet paylaşması konusunda kendi aralarında savaşa tutuşmamış olsalardı, Edirne’yi bile geri alamayacaktık.

Sultan Abdülhamid tahtta kalsaydı, devlet işlerinde hükmü geçseydi, Balkan Harbi böyle mi sonuçlanırdı? Asla! O savaşı kazanırdık. Türkiye Meriç nehrinden ötede bitmezdi.

Tevfik Fikret, emperyalist ve sömürgeci İngilizlerin ekmeğine yağ sürmüştür.Oğlunun papaz olması ve mânen ve maddeten Türkiye’den kopması ne acı bir cilvedir. Nâzım Hikmet ise Türkiye’yi bir Sovyet uydusu yapmak istiyordu. Sultan Abdülhamid ise yerli ve millî olanı, din ü devleti, Türkiye’yi, bağımsızlığımızı, bütünlüğümüzü temsil ediyor.

Ne gariptir, bazı zamane İslâmcıları Nâzımcılıkta çağdaşlardan geri kalmıyor. 11 Temmuz 2002