Salı

 

Saat gecenin 11.00’i… Sultanahmet’teki Ramazan çarşısı o kadar kalabalık ki, iğne atsanız yere düşmez. Halk sürü sepet gelmiş. Seksenlik yaşlı bir hatun bastonuna dayanarak yürümeye çalışıyor. Başı örtülü bir taze kucağında kundaktaki çocuğuyla… Bir hanım çocuk arabasına üçer yaşındaki ikizlerini koymuş, getirmiş. Bir baba, dört beş yaşındaki kızını omzuna almış. Öyle ya, yürüyerek gezdirmeye kalksa çocuk ezilecek. Dumanlar, sesler, renkler, çalgılar birbirine karışmış vaziyette. Dumanlar dedim; sucuk ekmek barakalarından genizleri yakan kokular ve dumanlar çıkıyor. Bazıları o hengâme içinde yarım ekmeğin içine kızarmış sucuk koydurtmuşlar, hem itiş kakış arasında yürümeye çalışıyorlar, hem de ağızlarını kocaman açarak nevâlelelerinden büyük lokmalar kopartıyorlar…Elli yaşlarında bir adam, çocukların rağbet ettiği macunlardan almış yalayarak yürüyor. Bu çarşıda neler yok ki… Döner, gözleme, tantuni kebabı, İzmir lokması, çeşit çeşit kuruyemiş, sahlep, boza, Rumeli baklavası… Yeniliyor, içiliyor, çaylar höpürdetiliyor. Civardaki yollarda trafik tıkanmış vaziyette, her yer otomobil dolu.

Dükkânlar içinde sanata, kültüre, hediyelik eşyaya yönelik birkaç baraka var. Kültür müdürlüğüne yakın köşede, yarı-kıymetli taşlar, kültür incileri satılıyor. Bence Ramazan çarşısının en kültürlü yeri orası. Tesbih yaptırmak üzere birkaç çeşit taştan boncuklar aldım. Afrika’dan, Çin’den getirtilmiş hediyelik, hatıra eşyaları satan iki baraka daha gördüm. Çoğunluk yeme-içme, sucuk-ekmek, tıkınma üzerine.

Birkaç hattat barakası da var. Hattat deyince, İslâm-Kur’ân yazısıyla hüsn-i hat yazan kimseler hatıra gelmesin. Buradakiler Latin yazısıyla yazıyorlar.

Bundan bir asır kadar önce Beyazıt Camii avlusunda Ramazan sergisi kurulurmuş. Ben tabii ki onlara yetişmedim, görenlerden, yazanlardan duydum. Bu çarşıda kıymetli tesbihler satılırmış. (Sultanahmet Camii’nin avlusundaki Kitap Fuarında böyle bir tesbih teşhir ve satış yeri var. Caminin ana kapısının sağ tarafında. Burada gerçekten, tesbihçilik sanatımızın güzel örnekleri bulunuyor.)

Sultanahmet parkındaki mahşeri kalabalığın içine nasılsa girmiş birkaç Batı Avrupalı turist şaşkın şaşkın bakışıyorlar. Herhalde “Bunlar Türklerin Ramazan faşingidir…” diyorlardır.

Bu seneki Ramazan çarşısı, geçen yıla nisbetle daha büyük ve daha canlı. Parkın karşı tarafındaki caddeye de barakalar yapmışlar.

Çarşı canlı, kalabalık, ışıl ışıl, cıvıl cıvıl ama vasıflı olduğu söylenemez. Hiç olmazsa buradaki dükkânların ve barakaların dörtte biri geleneksel sanat ürünleri satan mekânlar olmalıydı. Ahşap oyma işler, işlenmiş bakırlar, toprak eşya, el dokuması kumaşlar, sanat boyutu olan takkeler, arâkiyeler, zarif başörtüleri, el işlemeleri, seccadeler… Mârifet iltifata tâbidir/Müşterisiz meta zâyidir… demişler. Bendeniz üç sene önce burada hüsn-i hat levhaları satan bir yer açmıştım, hiç kimse ilgilenmedi. Ebrucu Yılmaz Bey nefis ebru levhalar teşhir etti, o da satamadı.

Türkiye’deki İslâmî kesimin kültür seviyesi her yıl daha geriliyor. Peygamber ne buyurmuş: “İki günü birbirine eşit olan zarardadır…” Biz eşit olmaktan vazgeçtik, geriliyorz.

Birkaç gün önce cennetmekân Sultan Ahmet Hân türbesi önünde, 18-20 yaşlarında başı örtülü bir genç kız gördüm. Kıyafeti evlere şenlik, dillere destandı. Fıstıkî yeşil entariye benzer bir şey giyinmişti. Belden aşağısında aynı kumaştan yapma saçak gibi bir şeyler vardı. Müslüman genç kız kıyafeti mi, palyaço kıyafeti mi?..

Bilhassa yatsı namazında ezan okunduktan sonra kitap fuarındaki ve Ramazan çarşısındaki kalabalık eksilmiyor.Bir kısım zamane Müslümanları ve İslâmcılar namaza pek önem vermiyorlar.

Bir dostum görmüş, Ramazanda İstanbul’a gezmek için gelen birtakım sakallı genç erkekler, başörtülü kadınlar civardaki köftecilerde öğle yemeği yiyorlarmış. Eskiden buna “Alenen nakz-ı siyam” (açıkça oruç yemek veya bozmak) denilirdi. Bahaneleri de şu:Biz seferiyiz, dinimiz oruç tutmamamıza izin veriyor…Anladık da, Ramazanın gündüzünde, herkesin göreceği şekilde alenen yiyip içmeye izin var mı?

Birkaç yıldan beri Sultanahmet civarında çalgılı (canlı müzikli) çayhaneler açıldı. Bazılarında sahneye Mevlevî kıyafetiyle biri çıkartılıyor, sema yaptırılıyor. Acaba gazinolarda, çayhanelerde sema yapmak caiz olur mu? Bunu pek düşünen ve soran yok.

Son Cumartesi gecesi saat 11.30’da yatağıma girdim. Elime bir kitap aldım, biraz okuduktan sonra uyuyacağım. Uyumak ne mümkün. Dışarıdan avaz avaz çalgı ve tegannî sesleri geliyor. Lo, lo, lo diye nakaratı olan bir müzik…Acaba Kürtçe miydi, anlayamadım. Onun ardından Doğu Karadeniz türküleri… Lazca desem kızan olur mu?.. Saat 12.00’de gürültüyü keserler dedim. Kesmediler, 01.00’e kadar kulakları zorlayan, beyinleri darbeleyen bi kakofonidir gitti. Dinleyenler mest olmuşlardı ki, el çırpıyorlar, türkülere eşlik ediyorlardı. Saat 01.00’de gürültü bitti. Medenî ülkelerde geceleri saat 10.00’dan sonra gürültü etmek yasaktır.Polise şikayet edildiğinde, hemen ekip gönderilir, zabıt tutulur, gürültücü mahkemeye verilir.

Son yıllarda İslâmî kesimde “Ramazan Eğlenceleri, Etkinlikleri, Şenlikleri” merakı başladı. Bunlar dinin ruhuna uygun mudur, İslâm ahlâkıyla, Şeriat ahkâmıyla bağdaşır mı, diye düşünen yok. Vur patlasın, çal oynasın. Eskiden Ramazanlarda Şehzâdebaşı Direklerarası’nda tiyatrolar faaliyet gösterir, kantocular şarkılar okur, fâsıklar ve fâcirler eğlenirmiş. O zamanın dindarları camilere, tekkelere giderler, namaz kılarlar, zikrullah halkalarına katılırlar; dini, tasavvufi, edebî sohbetler yaparlarmış.Şimdi zamane dindarlarının bir kısmı dünkü fâsık ve fâcirler gibi şenlik ve etkinlik yapıyor. A Müslümanlar! Böyle Ramazan şenliği olmaz, bu gibi eğlenceler İslâm hayatı ve ahlâkıyla bağdaşmaz, kendinize geliniz, toparlanınız… diye nasihat eden de kalmamış.

(Sultanahmet parkında, içinde her gece müzik veya musikî icra edilen büyük bir çadır var. Kalabalıktan oraya gidip bakamadım, dinleyemedim.) 03 Kasım 2004