İstanbul dışına çıktım, bir hafta dinlendim. Ses kirliliği yok, hava kirliliği yok; gök ne kadar berrak, geceleyin yıldızlar ışıl ışıl, pırıl pırıl. Dereboylarında, ormanlarda, çalılıklarda gezindim. Küçük dere kurumuş, birkaç yerde su birikintileri kalmış. Kenarda güneşlenen su kaplumbağaları beni görünce kaçtılar, suya atladılar. Etrafta yılan çok. Karayılanlar, su yılanları zararsızdır, onları öldürmemek gerekir. Başları üçgen şeklinde küçük engerekler zehirlidir, onlar da üzerlerine varmadıkça, kendilerine 30-35 santim yaklaşmadıkça saldırıp sokmazlar.

Her taraf isimlerini bilmediğim çiçeklerle dolu. Beş on metrede bir kocaman siyah karıncalar yuvalarına yiyecek taşıyor. Karıncalar aynı güzergâhta yürüye yürüye küçük yollar meydana getirmişler. Üzerleri yosunlu kocaman kayaların aralıklarında küçücük bitkiler var, birkaç hafta içinde çiçek ve tohum veriyorlar.

Emektar daktilom bozuldu, yirmi küsur yedek yazı hazırlamayı planlamıştım, ancak on iki yazı yazabildim. Ağaçlar ve çalılar arasında kaybolmuş eski sudeğirmeni yıllardan beri çalışmadığı için iyice harap olmuş, binası yana yatmış. Bu değirmeni biri çalıştırsa, ekolojik buğday unu üretse iyi para kazanır. Son yıllarda ilâçsız, kimyasız, katkısız tabiî gıda maddelerine rağbet var.

Bağevimin suyu çok lezzetli ve iştah açıcı. Bir hafta boyunca perhizimi bozdum. Son tahlilde bütün neticeler iyi çıktı, sadece fazla tatlı yememem söylendi.

Avukatım telefon etti, mahkumiyet dosyam infaz savcılığına verilmiş. Halbuki yeni Ceza Kanunu’na göre yeniden muhakeme edilmem gerekirdi. Gereken müracaatları yapacağım. İhtiyaten altı ay cezayı erteleteceğim. Ağır hapis cezalarında erteleme yok, benimki sadece hapis olduğu için altı aya kadar ertelenebiliyor. Haziran’dayız ama geceleri epey serin oluyor.

Cuma namazına onbeş haneli bir mahallenin camisine gittim. Köyden üç erkek, on kadar da çocuk ve genç vardı. Caminin minaresi yoktu. Yeni bir minare yaptırmışlar. Söylemeye hacet yok, güçlü bir hoparlör sistemi kurmuşlar. Köyün hocası çocuklara Kur’ân dersleri veriyor.

Eskiden bu bölgede bütün tarlalar ekilirmiş, buğday ziraati yapılırmış. Şimdi buğday ekilmiyor, sürü sahipleri hayvanlarına yedirmek için yulaf ekiyor. Değirmençayırı köyündeki bakkala gittim. Köy yumurtası istedim, yokmuş. Ne garip, köyde köy yumurtası bulunmuyor. Yoğurt bile şehirden geliyor.

Pazar gecesi İstanbul’a döndüm. Ertesi günü Sultanahmet’teki geleneksel sanatlar fuarını gezdim. Kültür Bakanlığı’nı böyle bir fuar tertiplediği için tebrik ediyorum. Fuardan el dokuması bir kumaş aldım, tabiî bir boyayla boyatıp kışın boyun atkısı olarak kullanacağım. Ayrıca dövme bakırdan, içi kalaylı bir Urfa tepsisi, Afyonkarahisar’da yapılmış keçeden kırmızı bir fes de satın aldım, namaz kılarken başıma geçireceğim. Başıörtülü olmak namazın edeplerindendir. Bazı cemaatler görüyorum, imam dahil herkesin başı açık. Bu adet de yeni çıktı. Başı açık namaz kıldıran imamların arkasında cemaat olmuyorum. Edebine uysunlar.

Geleneksel sanatlar fuarında çok güzel ürünler vardı. Ahşaptan nefis tavan göbekleri teşhir eden bir gence sordum: Bu sanatı nerede öğrendiniz? Kendi kendime öğrendim dedi.

Eldokuması kumaşlar da çok güzeldi. Zenginlerin, ihtiyaçları olmasa bile bunları teşvik için satın almaları gerekir. İnşaallah, ileride geleneksel sanatlarımız çok gelişecek, en az bir milyon insana iş ve aş imkânı sağlanacaktır. Bir hafta kadar internete bakamadım, iç ve dış basını takip edemedim. Oh, dünya varmış, kafam dinç kaldı.

Pazartesi

Le Monde

gazetesine baktım. Paris Camii imamı ılımlı ve light Müslüman

Delil Bubekin

, Fransa İslâm Cemiyetleri Federasyonu Başkanı olmuş… İtalyan adliyesi Milano’daki Mısırlı bir imamı kaçırdığı için onbeş kadar CIA ajanı Amerikalı hakkında adlî takibat yapılmasını istemiş…

Birkaç yerli gazetenin başlıklarına baktım: Plajda bikini mayoyla top oynayan kızlara sormuşlar, bu kıyafetiniz dine aykırı değil mi, günah işlemiş olmuyor musunuz?…

“Biz Atatürk’ün kızlarıyız!”

demişler.

Bir hafta boyunca kitap alamadım. Köydeki evimde hayli eski kitap ve dergi var.

Fransızca Historia dergilerinde çok meraklı ve ibretli yazılar okudum. Bunlardan birinde Paris’teki meşhur Versay Sarayı’nın temizliğiyle ilgili bilgiler veriliyordu. 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda; 14’üncü, 15’inci, 16’ncı Louis’lerin zamanında bu büyük ve şaşaalı saray tam bir pislik yuvasıymış.

Bahçede saray duvarları dibinde yürüyenler yaz kış şemsiye ile dolaşırlarmış. Çünkü her an yukarıdaki pencerelerden aşağıya oturaklar, pislik kovaları boşaltılabilirmiş. Hattâ bir keresinde veliahdın tahtırevanı geçerken yukarıdan pislik dökmüşler, tahtırevanın yanında yürüyen papazlar necaset içinde kalmışlar, gidip elbise değiştirmişler. Sarayın içi de abdesthane gibiymiş. Pencere kenarları, köşeler bucaklar, kıyı köşeler sidik ve kazurat doluymuş… Mecmuayı yanıma aldım, oradan özetleyerek ileride bir yazı kaleme alacağım.

Yine başka bir Fransızca tarih dergisinde, 16’ncı asırda Nice şehrini kuşatan ve surlardan tırmanıp şehri ele geçirmek üzere iken geri çekilen Osmanlı Yeniçerileriyle ilgili bir yazı okudum. Çamaşırcılık yapan vatansever bir Fransız kadını Osmanlı askerlerini durdurmak için entarisinin eteklerini yukarıya kaldırmış, altında donu yokmuş. “Kahraman” kadının her yeri ayan beyan görünmüş. Müslüman askerler hiç beklemedikleri bu manzara karşısında şaşırmışlar, utanmışlar, duralamışlar ve bu fırsattan istifade ederek Hıristiyanlar onları püskürtmüş… Ne garip bir kahramanlık! Dergiyi yanıma almamışım, bu konuda da ileride bir yazı kaleme alacağım.

Pazartesi bir caminin önünden geçerken ezan okunmaya başladı. Namazı kılmak için girdim. Cami duvarları, avlu, büyük giriş kapısı Lâtin yazısıyla saçma sapan levhalarla doluydu. WC… Kadın erkek… Cep telefonunuzu kapatınız… Ayakkabılarınızı naylon torbalara koyunuz… İki fıçı koymuşlar, birinin üzerinde

“Temiz torbalar”

, ötekinin üzerinde

“Kirli torbalar”

yazılıydı… Camimizi eviniz gibi temiz tutunuz… Müslüman kardeş ayakkabılarını böyle tut (Tabanları birbirine değen iki berbat ayakkabı resmi)… Ayakkabı raflarının üstüne ayakkabı koymayınız… Ecdadımız camilere âyet, hadîs, din esaslarını bildiren nefis hüsn-i hat levhaları koyarlarmış. Şimdiki Müslümanlar ise helâ şuradadır diye yazılar yazıyor.

Bu yazıyı, Marmara denizini ve Adaları seyr ederek balkonumda yazdım. Bahçedeki aylandoz ağacı iyice büyüdü, balkonumu gölgeliyor. 01 Ağustos 2005