Sünni Çocukları Orduya!
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Aralık 2018
En zeki, en istidatlı, en kabiliyetli, en başarılı, en çalışkan, en vatansever, en faziletli çocuklarınızı subay olarak yetiştirmedikçe; esaretten, zilletten, rezaletten, tekmelenmekten kurtulamazsınız. Bugünkü hürriyete ve genişliğe aldanmayınız… İleride kara günler geri gelebilir.
Başka bir uyarı: Orduda dindar subay olmalıdır ama şucu, bucu, ocu, cemaatçi, tarikatçi subay olmamalıdır. Hiçbir devlet, hiçbir ordu cemaatçilerin, tarikatçilerin, şucuların, bucuların, sekt militanlarının orduyu ele geçirmesini hoş görmez.
Bir subay Nakşî veya Kadirî olabilir ama Nakşî veya Kadirî militanlığı yapamaz.
Müslüman askerî öğrencilerdeki ve subaylardaki özellikler şunlar olmalıdır:
1. Yüksek ahlâk ve karakter… 2. Türkçeyi Fuzuli Divanı’nı orijinal metninden kolayca okuyacak, bu kıraatten haz ve zevk alacak derecede bilmelidir… 3. En az iki yabancı dili kültür ve edebiyat kitapları okuyacak, konuşacak, yazacak derecede bilecektir… 4. Herkesle geçimli, ülfet ve ünsiyete yatkın olacaktır… 5. Dindar olmayan arkadaşlarından daha fazla çalışacak, daha başarılı olacaktır… 6. İstanbul görgü, kültür, edep ve terbiyesine sahip olacaktır… 7. İyi insan, iyi Müslüman, iyi vatandaş olacaktır… 8. Onun fazilet ve üstünlüklerini ötekiler, karşıtları ve hattâ düşmanları bile kabul, teslim ve itiraf edecektir… 9. Askerler ve astları onları babalarından ve öz kardeşlerinden daha fazla sevecektir…
Halkının ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede ordunun İslam’la barışık olması lazımdır. Türkiye benim anlattığım Müslüman subaylarla yükselir.
Ordu bir kurumdur, hükmi bir şahsiyettir; birtakım dinsizlerin, haksız, yanlış işlerini bahane ederek orduya düşman olmak doğru olmaz.
Tekrar ediyorum oldukça dindar bir Müslüman olarak ordu içinde mezhepçilik, cemaatçilik, tarikatçilik, sektçilik, hizipçilik, fırkacılık yapılmasına karşıyım.
Sünniler Türkiye’nin dominant unsurunu oluştururlar, binaenaleyh yeterli sayıda, hali vakti yerinde Sünnî ailenin ehliyetli ve kabiliyetli çocuğunu askerî okullara göndererek subay yetiştirmesi bir zarurettir. Bunu ihmal ederlerse başlarına gelecek felaket ve zulümlerin sorumluluğu onlara ait olacaktır.
Bütün marketlerde ve bakkallarda yoğurt satılıyor ama onlara yoğurt demeye bin şahit lazım. Sık sık oluyor, buzdolabına plastik bir yoğurt kâsesi koyuyorum, tüketmeyi unutuyorum, üzerindeki son kullanma tarihinden sonra bir ay geçiyor, yoğurt taptaze duruyor. Hakiki yoğurt birkaç gün içinde ekşir. Bizim yapay acayip fabrika yoğurtları ekşimiyor. Tatları da garip.
Yakın tarihlere kadar Türkiye halkı yoğurt yiyerek sağlığını koruyordu. Gerçek yoğurtlar tarihe karışınca hastalıklar da çok arttı.
Ekmekler de öyle. Düzelecek müzelecek dediler, herhangi bir düzelme göremiyorum.
Devletin bütçesinin büyük kısmı sağlığa gidiyor.
Sağlıksız ekmek yiyen, sağlıksız yoğurt yiyen, içinde bin türlü kimyevi madde ve hormon bulunan gıdalarla beslenen bir toplum hastalanmasın da ne yapsın.
Kaç ay oldu, gazeteler yazdı, televizyonlar gösterdi, günde üç litre kola içen biri ölmüş. Üç litre değil de üç bardak içen ne olur? Ölmez ama sürünür.
En basit sağlıklı yemek nedir: Kimyevi gübresiz ve hormonsuz yetişmiş domatesi doğrarsın, yine sağlıklı yeşilbiberi doğrayıp ilave edersin, biraz soğan, bunları halis zeytinyağıyla kavurur, üzerine iki adet köy tavuğu yumurtası kırarsın, kepeği ellenmemiş ekolojik esmer buğday ekmeğiyle afiyetle yersin. Yanında hakiki yoğurttan yapılmış ayran.
Şu koskoca İstanbul’da böyle yemek yapacak malzeme yok.
Sağlıklı ve tabii beslenemeyen bir toplum hastalanmaya ve çökmeye mahkûmdur. Her şey parayla halledilemiyor. Paran var ama piyasada satılan ekmekler, yemekler, yoğurtlar, sütler, tavuklar, meyveler, sebzeler, yağlar sağlıklı değil. Arıyorsun bulamıyorsun.
Devletin, siyasi iktidarın, belediyelerin asıl vazifesi hastalanan vatandaşları tedavi ettirmek değil hastalıkları önlemektir.
Şu üç beyazı yani elenmiş buğday ununu, şekeri ve tuzu çok tüketen bir toplum sağlığını koruyamaz.
Yiyecek ve içeceklere yüzlerce kimyevi maddenin, koruyucunun, boyanın, aromanın, tat vericinin karıştırıldığı bir toplum çökmeye mahkûmdur.
Sokaklardaki, meydanlardaki, taşıtlardaki insanlara fark ettirmeden göz ucuyla bakınız. Çoğunun benizleri soluktur. Zengin olanlarınki de… Çünkü sağlıklı ve tabii gıdalarla beslenemiyorlar.
Geçenlerde üç kişi Kartal taraflarında bir dondurmacıya gittik, üç kâse dondurma istedik. Çeşitli renklerde dondurmalarla tepe tepe doldurulmuş kâseler… Birer kaşık aldık, dondurmaya benzer tarafı yoktu. Boya ve aroma. Mecburen yedik. Fiyatı da çok ucuzdu. Üç kâse dondurma ve iki büyük şişe su dokuz lira. Keşke biraz pahalı olsa ama tabii olsa.
Dondurma deyince hatırıma İstanbul’un son dondurmacısı geldi. Eminönü’nde Arpacılar Camii aralığında Arnavut bir dondurmacı vardı. Yazın dondurma, kışın sahlep satardı. Beni oraya ilk defa merhum üstad
götürmüştü. Sütlü ve vişneli dondurma satardı. Tadını hálâ hatırlıyorum. Yeni nesiller bu tadı bilemez. 31.08.2013