Ben konuşurken o esniyordu, ağzı faraş gibi açılıyordu. Nihayet uyku ile uyanıklık arası bir hale girdi, başı omzuna eğildi, sızdı. Neler mi konuşuyordum? Sanattan, kültürden, mimarlıktan, hukuk tefekküründen, kaliteli adam yetiştirmekten, hüsn-i hattan, zarif giyim kuşamdan, millî kimlikten, güçlü ve üstün olmaktan bahsediyordum. O ise esniyor, uyuyordu. Bu konular belli ki onu hiç ilgilendirmiyor, canını sıkıyordu.

Sonra mevzuu değiştirdim, Japonlar elektronik bir takunya icat etmişler, abdest aldıktan sonra takunyadan “Hayrını gör!” diye bir ses çıkıyormuş, dedim. Birden yerinden fırladı, uykusu ansızın dağıldı, gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ne!.. Elektronik konuşan takunya mı?..” diye bağırmaya başladı. “Bana, anlat, daha tafsilatlı konuş” dedi. Ben ona konuşan elektronik takunyayı anlatırken pür dikkat, bütün varlığıyla kulak kesilmişti. Bir müddet sonra bu fen harikası, bu kutsal takunyaya karşı olan ilgi ve hassasiyetinden ağlamaya başladı…

O da bir Müslümandı. Namaz kılıyordu. Onun da siyasî tercihi, görüşleri, reçeteleri vardı. O her ay, her yıl avuç avuç para veriyordu bir takım dinî cemaatlere ve teşkilatlara. Lakin ne yazık ki, o konuşan elektronik takunya kafalı ve zihniyetli bir Müslümandı. Ondan ne köy olurdu, ne kasaba.

Hoca efendi mikrofona püf diyormuş, hoparlörden böööh diye gökgürültüsü gibi bir ses çıkıyormuş… Camilere sürülen yaldızlar, takılan flüoresan lambalar, yaptırılan kaloriferler, ışıldaklar, zırıldaklar, fırıldaklar çok önemliymiş… Mâbetlerin yanına lüks ve modern helalar ve şadırvanlar inşa edilmeliymiş… Onun küçük dünyasında sadece bunlar vardı. Dama oynamasını bile bilmezdi ama kendini siyaset satrancının ordinaryüs profesörü sanıyordu. Kendi görüş ve tercihlerini paylaşmayan din ve iman kardeşlerine ver yansın ediyordu. Ucb, gurur, kibir, kendini beğenmişlik içindeydi. Kâmil Müslüman görmek isteyen bana baksın der gibi bir hava içindeydi.

Bu konuşan elektronik takunya kafalı adamın evi, işyeri berbat bir şekilde döşenmiş ve dekore edilmişti. İslâm sanatına, kültürüne, medeniyetine ait tek bir renk, çizgi, şekil, eşya yoktu. Evi elektronik alet ve cihazlarla doluydu. Kocaman bir televizyon, müzik seti, mikro dalga fırın, harar gibi büyük bir buzdolabı, modern ve lüks bir ocak, kurutmalı otomatik çamaşır makinası, bulaşık makinası, en pahalısından video ve kayıt cihazları, kameralar ve daha neler neler… Parası vardı ama aklı, kültürü, sanatı, medeniyeti, gücü, vasfı, üstünlüğü yoktu.

Bunlar islâmî hareketin, hizmet ve faaliyetlerin sırtında ne büyük yüklerdi.

Kitapsız Derin Devlet

Hayli kültürü olan bir zat, Derin Devlet‘in merkezine girmiş. Onu en fazla hayrette bırakan şey, Derin Devlet’in beyni olan yerdeki kütüphanenin yetersizliği olmuş. Dünyada her yıl yüz kadar çok önemli kitap yayınlanıyor. Siyaset kültürü, tarih, insanlığın bugünkü durumu, geleceği, genel strateji ve sair konular üzerinde. Bunları büyük araştırıcılar, büyük akademisyenler, büyük düşünürler kaleme alıyor. Her ülkenin büyük beyinleri bu eserleri okuyor. Bizimkilerin kütüphanesine yıllar var ki, böyle eserler girmiyormuş, alınmıyormuş.

Derin Devlet dogmatik bir temel üzerine kuruludur. Dinden, dinî sistemden hoşlanmıyor ama kendileri de bir ideolojiyi din gibi benimsemişlerdir. Onların dogmalarına, inançlarına ideoloji bile denemez. Sistem ve nizam da değildir. Birkaç perakende vecize, o kadar.

Derin Devletçiler statükocudur, tutucudur, son derece muhafazakârdır. Temel insan haklarıyla ilgili bütün metinlerde din ve inanç hürriyetini koruyan maddeler vardır. Lakin ideolojiler korunmaz. Filipinler’de Marcos gitti, ideolojisi de bitti. Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, İngiltere’de Cromwell, Fransa’da Napolyon, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Rusya’da Lenin ve Stalin… Bunlar ideoloji sahipleriydi, kendileri de öldü, ideolojileri de. Ancak tarihte, ansiklopedilerde, kitaplarda yaşıyorlar.

Evet dünyada din üzerine, tarih felsefesi üzerine; siyaset kültürü, sosyoloji, fütüroloji üzerine nice önemli ve ilmî seviyesi yüksek kitaplar yayınlanıyor. Geleceğe ait senaryolar tahmin ediliyor. Dünya bir tarafa gidiyor. Bizim statükocu Derin Devletçilerin bunlardan haberi yok. Bütçeleri muazzam ama bu bütçede ilme, araştırmaya, kitaba, felsefeye, yüksek düşünceye ayrılmış bir fon yok. Derin Devlet İslâm ve Müslümanlar konusunda yaptığı istihbarat çalışmalarına trilyonlar harcıyor. Ajanlar, casuslar, cihazlar, bürolar, masalar, dosyalar, bir ordu kadar kalabalık istihbarat personeli… Bütün bunlar neye yarıyor, ne faydası var?

Bazı vatandaşların günahları, zayıf tarafları, pislikleri ile ilgili dosyaları hazırlamak için büyük gayretler sarfediliyor, büyük meblağlar harcıyorlar. Bunların Türkiye’ye ne yararı oluyor?

Bu adamlar kendilerini şişelere hapsetmişler, Şeytan şişelerin tıpalarını kapatmış, içindeki küçük, küçücük dünyalarında Derin Devletçilik oynuyorlar. Şişelerin dışında kocaman bir dünya var. Tarih var, ilmî araştırmalar var, felsefe var, stratejik araştırmalar var.

Bunlar dar ufuklu insanlardır. Kişi biraz İngilizce bilmekle adam olmaz. Kendi milletinin, ülkesinin, devletinin kimliğine, kişiliğine, kültürüne, tarihî devamlılığına, medeniyet mirasına karşı çıkmakla ne kazanacaklar? Sovyet ideologları, bürokratları, istihbaratçıları, despotları yetmiş küsur yıl sonra pes etmediler mi? Stalin’in yıktırdığı tarihî kilise Kızıl Meydan’a tekrar inşa edilmedi mi? İdeolojiler gelip geçer, din ise bakidir. 01 Aralık 1999