Tasavvufun Gücü
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Ocak 2019
Pazartesi
Merhum Ali Oğuz beyin cenazesinden dönerken Fatih’te Kadınlar Pazarı’na yakın bir yerdeki sahhaf dükkânına uğradım; biri yazma Osmanlıca, ikincisi Fransızca, üçüncüsü Almanca üç kitap aldım, biraz alışveriş yaptım eve döndüm. Yazma iki kısımdan meydana geliyor. Birincisi “risâle-i menâkıb-i mahmud paşa-i velîatik”, ikinci kısmın başında “hazatâbir-nâme budur” yazıyor.
Mahmud Paşa’nın menkıbelerini okurken 41’inci sayfadaki şu cümle dikkatimi çekti: “Bu üslûb ile vezir-i azam ve hem Kapudan ve hem Rumeli Beylerbeyliği ve hem kazaskerliği bir yerden tasarruf edip dört mansıbın hakkından gelür idi ve her yıl kendüsinin yerine adam koyup izn-i Padişah ile erbaîn çekerdi (çıkarırdı) ve halvete girerdi…”
Menakıbnâmedeki bu satırlar ile bir yorum yapmak istiyorum. Bakınız Osmanlı devletinin yükseliş zamanında büyük bir devlet adamı, her yıl Padişah’tan izin alarak, yerine ehil ve vekil bularak tarikat ve tasavvuf terbiyesinde büyük yeri olan erbaîn çilesini çekiyormuş. Erbaîn kırk demektir. Erbaîn çekmek, kırk gün kırk gece tenha bir hücrede bir şeyhin nezaretinde
(mânevî kontrolunda)
çok az şey yiyip içerek, az uyuyarak, birtakım dua ve zikirleri okuyarak, çok sıkı bir şekilde ibadet ederek mânevî bakımdan temizlenmek, nefsinin derecesini yükseltmektir.
Mahmud Paşa gerçekten çok büyük ve dirayetli bir devlet adamıydı. Yazık ki, bir iftiraya kurban giderek şehid edilmiştir. Büyük bir cami yaptırmıştır, türbesi de oradadır. (Kapalıçarşı, Mahmud Paşa semti civarında.)
Osmanlı devletinde başta Padişah olmak üzere bütün devlet adamlarının tarikat ve tasavvuf tarafı veya boyutu vardı. Padişahların içinden “velî” sıfatını kazanmış son derece dindar kimseler çıkmıştır. Büyük insanlar, şu veya bu şekilde bir yere intisab ederler.
Masonluk da bir intisabtır. Rotaryenlik, Lionsçuluk, herhangi uluslararası gizli bir teşkilâta üye olmak, hep böyledir. Zamanımızda tanınmış ve güçlü bir politikacımız Dr. Moon dinine mensuptur. O da bir intisabtır.
Eski büyüklerimizin ve idarecilerimizin her biri bir tarikata mensup idiler. Sultan Abdülhamid’in birkaç tarikata intisabı vardı. Bunların birincisi Şazelî tarikatıydı. Büyük şeyhi, mürşidi Muhammed Zâfir el-Medenî hazretleri Yıldız Sarayına yakın bir yerdeki tekkesinde ve konağında otururdu.
Padişahın kızı Şâdiye Sultan’dan bizzat işittim, ya Padişah gece sessiz sedasız şeyhi ziyaret eder, yahut şeyh saraya gelirmiş. Yıldız Sarayında Suriyeli (O zaman Osmanlı devletinin vilâyetiydi) Şeyh Ebü’l-Hüda es-Sayyadî bulunurdu. Padişahın Nakşîlikle de ilgisi vardı.
Zamanımızda birtakım aşırı çağdaşlar bir devlet adamının Mason tarikatına mensup olmasını çok tabiî karşılıyorlar, gayet normal görüyorlar, fakat başka bir büyük zat islâmî bir tarikata bağlı olursa bunu gericilik olarak vasıflandırıyor. Doğrusu eşitlik, tolerans, insaf ilkelerine hiç riayet etmiyorlar.
Türkiye Müslüman bir ülkedir. Tasavvuf ve tarikatlar İslâm kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Elbette bir Müslüman, canı isterse bir tarikata girebilir, ya derviş, ya muhib olarak ondan mânevî bakımdan yararlanabilir. Bazı aşırı ve agresif kişiler
itirazını öne sürebilirler. Biz de onlara: “Atatürk Mason localarını da kapattırmıştı. 1938’de öldüğünde localar kapalı ve yasaktı. Dokuz sene sonra, 1947’de Millî Şef İsmet İnönü zamanında tekrar açılmışlardır deriz. Samimî bir Atatürkçünün, Atatürk devrimlerinin listesinde yeri olan Masonluğun kapatılmasına da sahip çıkması gerekmez mi?
Merhum Turgut Özal Nakşî tarikatına mensuptu. Ateistler bu yüzden onu sevmezler. Halbuki Nakşî olmak bir insan için en büyük mazhariyettir. Tarikat insana neler kazandırır?
(1) İyi Müslüman, iyi insan, iyi vatandaş, iyi âmir, iyi memur olmasını sağlar.
(2) Onu nefsanî ve şeytanî ihtiraslardan arındırır, mânevî derecesini yükseltir.
(3) İnsanların kurdu olmaz, meleği olur.
(4) Yükseldikçe, zengin ve güçlü oldukça azmaz, aksine eskisinden daha mütevâzı olur.
(5) Gerçek ve samimî bir tarikat mensubu asla haram yemez, haksızlık yapmaz, adaletten ve insaftan ayrılmaz, emanetlere hıyanetlik etmez.
(6) Onun gönlünde, kendisini gece gündüz kontrol eden, yolunu gösterip aydınlatan bir güç bulunur.
(7) Siyaset yapıyorsa, idareci ise tarikat ve tasavvuf mensubu kişi asla arivistlik yapmaz, vazifesini suiistimal etmez.
Fatih Sultan Mehmed pek genç yaşında henüz bir delikanlı iken İstanbul’u feth etmiştir. O mânevî bir güce sahipti, ilâhî nasr ve tevfike nâil olmuştur. Tarikata mensuptu, hocası büyük veli
Akşemseddin hazretleri idi. İstanbul fethi gerçekleştikten sonra etrafındakilere şöyle demiştir:
-Beni sevinçli görüyorsunuz. Bu sevinç Kostantiniyyeyi feth etmekten ileri gelmiyor, şu pîrin (yaşlı kişinin, şeyhini kasd ediyor) müridi olmaktan ileri geliyor. Fatih’e, garazkâr Babinger’in gözüyle bakanlar elbette bunu anlayamazlar. Herhangi bir tarikata (zaten hepsi de esasta birdir) bağlılık iki şekilde tezahür eder:
(1) Dervişlik intisabı. Kişi bir şeyhe bağlanır, onun murakabesinde seyr-i süluk yapar, başarırsa sonunda gerçekten derviş, gerçekten tarikatlı olur.
(2) Muhabbet intisabı. Böylelerine muhib denir. Onlar bir tarikatı, bir şeyhi severler, el öpüp dua alırlar. Bunlar derviş değildir.
Bir kişinin hakikî ve samimî şekilde bir tarikata bağlı olduğu nasıl anlaşılır? Bunun çeşitli yolları ve ölçüleri vardır. Üçünü zikr edeyim:
İnsanın içinde bir kontrol mekanizması, mânevî bir murakıp olmazsa, onu kötülük yapmaktan hiç bir güç vaz geçiremez. Ne kanun para eder, ne anayasa…İlle de içinde bir bekçi olması gerekir. 09 Mayıs 2006