Pazartesi

 

Bundan kırk elli yıl önceleri, bu ülkenin Sünnî Müslümanları din konusunda tartışmazlar, kendi kafalarından konuşmazlar, çekişmezlerdi. İnanca ve uygulamaya ait mesele ve hükümlerde büyük din otoritelerine tâbi olunur, onların yazdığı eserlerdeki bilgiler öğrenilir, elden geldiği kadar hayata tatbik edilirdi.

1970’li yıllardan sonra din sahasında ihtilaflar ve itizaller başladı, çatlak sesler çıkar oldu.

– Her Müslüman Kur’an meâlinden ve hadîs tercümelerinden dinini bizzat kendisi öğrensin…

– Fıkıh mezhepleri bid’attir, onlara uymak gerekli değildir…

– Telfik-i mezâhib (Fıkıh mezheplerinin hükümlerini karışık şekilde uygulamak) caizdir…

– Onbeş yaşına gelen her Müslüman ictihad yapabilir…

Ve daha neler neler… Böylece, dinî meseleler hakkında kendi kafalarından, kendi heva ve re’yleriyle konuşmaması gereken binlerce Müslüman yanlış, saçma sapan görüşler ve fikirler beyan etmeye başlamışlar; tabiî bunun üzerine bitmez tükenmez tartışmalar, ihtilaflar, çekişmeler başgöstermiştir.

Din konusunda, ehliyet ve icazeti olmadığı halde çok konuşmak, çekişip tartışmak yüzünden İslâm ümmeti parçalanmış, tefrikaya uğramış, gücü ve kudreti gitmiştir.

Eskiden itikad (inanç) meseleleri ve hükümlerinde İmamı Eş’arî ve İmamı Mâturî’ye tâbi olunurdu. İkisi arasında teferruata ait, çoğu lafzî olmak üzere kırk küçük meselede farklılık vardı. Müslümanlar bu iki büyük din önderine ve rehberine tâbi olmak suretiyle itikadlarının sıhhatini korumuş ve tefrikadan, fitne ve fesattan, bid’atten uzak durmuş olurlardı.

Uygulamaya ait mesele ve hükümlerde de bizim halkımızın çoğunluğu İmamı Azam Ebû Hanife hazretlerinin mezhebine ve fıkhına bağlıydı. Bir kısım kardeşlerimiz de İmamı Şâfiî hazretlerinin mezheb ve fıkhı üzere amel ediyordu. O sahada da tefrika, karışıklık, fitne ve fesat yoktu.

Eskiden bütün dinsizler, reformcular, İslâm’ı sarsmak, Müslümanları şaşırtmak isteyen kötü niyetliler “Kur’an dilimize tercüme edilsin, yobaz hocalar aradan çıksın!..” mealinde bağırışır, yazıp çizerlerdi. O zamanlar Kur’an meali ve tercümesi yok muydu? Vardı. Ama onların asıl istediği, Müslüman halkın din hocalarını dinlememeleri, kendi kafalarına göre Kur’an tercüme ve meallerinden hüküm çıkartıp, yorum yapmalarıydı. Dindar Müslümanlar bu yıkıcı propagandalara direnirler, dinsizlerin tuzaklarına düşmezlerdi. Heyhat ki, şimdi nice Müslüman bu tuzağa düşmüş bulunuyor; kendi heva ve re’yi ile, ehliyetli kimseler tarafından yapılmamış tercüme ve meallerden yanlış hükümler çıkartıyor.

1950’li yıllarda, Profesör Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu adında ehliyetsiz bir zat bir Kur’an tercümesi çıkartmıştı. Bu kişi din âlimi ve müfessir değildi, tefsir yapacak uzmanlığı ve ehliyeti yoktu. Hakkında, alaylı bir şekilde “Lügat-i Nâci ile Kur’an tefsiri yapmış…” denilirdi. Baltacıoğlu’nun tercümesi Ankara’da Ayyıldız Matbaasında basılıyordu. Tevbe sûresinin tercümesinin olduğu forma baskıdan sonra imha edilmiş ve tekrar basılmıştı. Çünkü, hazretimiz bu sûrenin başında besmele bulunmadığını bilmediğinden besmele ile basılmıştı!..

O tarihlerde eski icazetli medrese hocaları, dersiâmlar, güçlü sünnî âlimler bulunuyordu. Bunlar dinî dergilerde makaleler yazarak Baltacıoğlu’nu tenkit etmişlerdi.

Şimdi bir yığın yanlışla dolu Kur’an tercümeleri ve mealleri yayınlanıyor ve tenkit eden yok.

Eskiden dinî, itikadî, fıkhî konularda hod-be-hod, kendi kafasından, âmiyâne tâbir ile işkembe-i kübrasından konuşmak çok ayıptı. Şimdi iftihar sebebi olmuştur.

Birtakım câhil, kendini bilmez, elifi görse mertek sanan kişiler din konusunu bir hobi gibi mütalaa etmekte ve bol bol konuşup yazarak nice çamlar devirmektedir.

Maalesef din konusunda ülkemizde bir anarşi, kaos, büyük karışıklık görülmektedir. Dinsizlerin, İslâm düşmanlarının istediği de buydu. Muratlarına erdiler.

Bundan kurtulmanın çareleri nelerdir? Kısaca arzedeyim:

1. Bu devirde müctehid derecesinde fakih bulunmadığına göre, hiçbir Müslüman doğrudan doğruya Kur’an tercümesinden, hadîs tercümesinden din hükmü çıkartmaya yeltenmemelidir.

2. Halk ve aydınlar, Hanefî mezhebindeyseler merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in (Eski İstanbul müftüsü ve Diyanet reisi) Büyük İslâm İlmihali’ni ve ona benzer muteber din kitaplarını esas kabul etmeli ve onlardaki bilgileri okuyup uygulamalıdır. Şafiî kardeşlerimiz de bir Şafiî ilmihalini temel kitap olarak kabul etmelidir.

3. Reformcuların, yenilikçilerin, telfik-i mezahibçilerin, Pakistanlı Fazlurrahman’cıların, mangalda kül bırakmayan şaşkın ilahiyatçıların, Afganî’cîlerin, Abduh’çuların ve diğer bilcümle bid’atçilerin din konusundaki bozuk, sarsıcı, esaslara ters düşen fikir, görüş ve yorumlarına kulak tıkanmalı, bunlara asla itibar edilmemelidir.

4. Din konusunda dinsizler, İslâm karşıtları ne istiyor, ne tavsiye ediyorsa, onların tersi yapılmalıdır. İctihad yapılsın mı diyorlar; ictihad yapılmamalıdır… Herkes Kur’an tercümesinden dinini bizzat öğrensin mi diyorlar; bu yola sapılmamalı, bu metod kabul edilmemelidir… İslâm’da reform yapılsın, din konusunda yenilikler olsun mu diyorlar; bütün reformlara ve yeniliklere sırt çevrilmelidir… İlahî ve mükemmel din olan İslâm’ın reforma ihtiyacı yoktur. Reforma ihtiyacı olanlar Müslümanlardır.

Pakistanlı reformcu ve yenilikçi Fazlurrahman’ın Türkiye’deki baş temsilcisi şu anda bir özel üniversitenin rektörüdür. Fazlurrahman, kitaplarının ülkemizde basılma hakkını ona vermiştir. Öğrendiğime göre, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmuş: “Kitaplarımı, makalelerimi Türkçeye çevirirken bazı yerleri çıkartabilirsiniz…” Bu bir taqiyye değil midir? Müslümanlara karşı böyle bir taqiyye yapılması caiz midir? Ehl-i Sünnet inancına ve fıkhına bağlı sünnî ilahiyatçılarımızın Fazlurrahman hakkında ilmî, ciddî, vasıflı araştırmalar, incelemeler yapmalarını ve tenkitlerini cesaretle ortaya koymalarını bekliyoruz. Onlardan bunu istemek bizim hakkımız, bu işi yapmaları da onların vazifesidir.

Kurtulmak, hürleşmek, izzet ve haysiyetle yaşamak istiyorsak din konusunda bin parçaya ve hizbe ayrılıp çekişip tartışmayalım. Bir ve beraber olalım. Bu da ancak Ehl-i Sünnet itikadı ve fıkhına sımsıkı bağlanmakla mümkündür. Dinî konuları mıncıklamak bizi yıkar.

Dinimizi, Kur’an meallerinden veya tercümelerinden, hadîs tercümelerinden değil, ilmihal kitaplarından öğrenelim. Yanlış anlaşılmasın, Kur’an tercümesi ve tefsiri, hadîs tercümesi ve külliyatı olmasın, bunlar alınmasın, okunmasın demiyorum. Bunlardan kendi kafamıza göre itikad ve fıkıh hükmü çıkartmayalım, sapmayalım, tartışmayalım diyorum.

Osmanlı devleti iki konuda tartışmayı yasaklamıştı. Biri din, diğeri devlet idi. Bu suretle altı asırdan fazla ayakta durdu. 1908’de o menhus, meş’um, uğursuz İkinci Meşrutiyet ilan edildi, şeytanî ve sahte bir hürriyet geldi. Din konusu ayağa düştü ve devlet on sene içinde battı. Tarihten ibret alalım. 07 Ocak 2003