Salı

 

Aşağıdaki cümleleri hergün bu sütunlarda tekrarlasam yeridir. Tehlike yaklaşmaktadır. Gereken tedbirler alınmamaktadır. İlgililerin ve sorumlular, kulaklarının yakınında kös çalınsa duymuyorlar. İleride, büyük bir depremde bir milyon vatandaşımız ölebilir. Duyurmak lazım, uyarmak lazım; tedbir alınmasını, ne gerekiyorsa onların çok çabuk bir şekilde yapılmasını sağlamak gerekmektedir.

O cümleler şunlardır:

* İstanbul’da en az kırk-elli bin çürük bina bulunmaktadır.Bunlar şiddetli bir depremde çökecek, içindekilere mezar olacaktır.

* Bu binalar âcilen tahliye edilmeli ve yıktırılmalıdır.

* Bu yapılmazsa ileride büyük bir facia olacaktır. Halen işbaşında bulunan iktidar ve belediyeler büyük vebal ve sorumluluk altındadır. Vazifelerini yapmazlarsa, depremde çürük binaların altında kalıp ölecek vatandaşların dolaylı şekilde katilleri olacaklardır.

* Faydasız lâfları bıraksınlar ve derhal harekete geçsinler.

* Bu konuda kamuoyunun da uyarılması gerekiyor.

* Yıkılacak çürük binalar bellidir.

* En kısa zamanda tedbir alın, harekete geçin…

Vaktiyle bunca çürük binanın yapılmasına göz yummuş olanlara lânet olsun! Vaktiyle sık sık imar afları çıkartarak kaçak ve çürük bina yapımını dolaylı şekilde teşvik etmiş olan popülist politikacılara lânet olsun!

Tehlike çanları İstanbul için çalıyor… İlgililer duymuyor…Ne zaman uyanacaklar? İş işten geçtikten, bir milyon vatandaş elli bin çürük binanın enkazı altında can verdikten sonra mı?

Kaldırımlar

Epeydir Beyoğlu’na gitmiyordum. Pazartesi günü Sultanahmet’ten tramvaya bindim, Karaköy’de indim, Tünel’le Beyoğlu’na çıktım. Taksim’e giden nostaljik tramvayın seferleri durdurulmuş, kaldırımlar yenileniyor.Durdum biraz seyrettim, kaldırımlar nasıl yapılıyor diye baktım. İlgililer beni affetsinler, yapım işini beğenmedim. Zeminin üzerine biraz çimentolu harç koyuyorlar, üzerine kaldırım malzemesini döşüyorlar. Bunlar çok kısa zamanda bozulacak, çatlayacaktır. Böyle kaldırım yapılmaz. Ben işin mühendisi değilim ama nasıl yapılması gerektiğini çok iyi biliyorum.

Önce yer kazılacak, onun üzerine gereken kalınlıkta beton dökülecek, o beton kuruyacak, taş gibi olacak. Onun üzerine betonlu harç ile dış malzeme yerleştirilecek. Aralarında hiçbir açıklık olmayacak, seviye farkı bulunmayacak.

İstanbul’da yıllardan beri doğru dürüst yol ve kaldırım yapılmamaktadır. Geçen gün Vezneciler’den Aksaray’a yürüyerek iniyordum, Atatürk bulvarının iki tarafındaki yaya kaldırımları utanç verecek şekilde bozuktu.

Paris’e gidin, medenî Avrupa şehirlerine gidin ve kaldırımların nasıl sağlam, zarif, sanatlı bir şekilde yapılmış olduğunu görün.

Yalan mı yazıyorum? Mübalâğa mı ediyorum? Tenkidimde haksız mıyım?.. Böyle iddia eden varsa, üç kişilik ciddî ve tarafsız bir bilirkişi heyeti bulalım ve şehrin yolları ve kaldırımları hakkında onlardan rapor alalım.

Vaktiyle büyük Çin Seddi yapılırken, her akşam o gün yapılan duvarlar müfettişler tarafından kontrol edilir ve taşlar arasında bir çivi girecek kadar delik bulunursa, o kısmı yapan usta oracıkta hemen idam edilirmiş…

Romaİmparatoru Mark Orel, “Atımın ayaklarındaki nallardan birinde bir mıh (çivi) eksik olsa bütün Roma imparatorluğu bozuktur” demiş…

Tarihçi Harold Lamb’ın “Muhteşem Süleyman” adlı tarihî romanında okumuştum: Kanunî Sultan Süleyman, Orta Avrupa’ya yaptığı seferlerden birinde Ruznâme defterine bir gün sadece şu cümleyi yazdırtmış:

“Bugün, mezru (ekili) arazide atını otlatan bir sipahinin boynunu vurdurttum.”

Bir ay kadar önce yağmurlu bir gün Beyazıt’tan Çemberlitaş’a kadar yürümüştüm. Kaldırımlarda ince cıvık bir çamur vardı. Şu tarihî şehrin en merkezî bölümünde çamurun ne işi vardı?

Çemberlitaş dedim de hatırıma geldi, buradaki restorasyon durdu, yıllardan beri çivi çakılmıyor, sütunun etrafındaki perde öylece bırakıldı. Tamirat/restorasyon niçin durmuştur? Bu işle kim ilgilenmektedir? Belediye ilân etmiş, “İçkili mekan için izin alamayanlar hemen gelsinler ve gereken izni kendilerine verelim…” demiş. İçkili mekanlar konusundaki bu hassasiyet niçin şehrin bütün işleri için gösterilmiyor?

Çağımızda bir şehrin durumunu anlamak istiyorsanız onun yaya kaldırımlarına bakınız, yeter. İstanbul’un yaya kaldırımları maalesef çok kötüdür. Evet gerçekten çok kötüdür. Kış mevsimi geldi ve şehrin her yerinde kaldırım değiştirme işlerine hız verildi. Her yer köstebek yuvası gibi. Zemin malzemesi çok kötü döşenmektedir. Yirmibeş senedir istanbul kaldırımları bir yaz-boz tahtası haline gelmiştir. Altı ayda, bir senede, iki senede bozulup yeniden kaldırım yapılmaktadır. Şu anda yapılanlar da en kısa zamanda tekrar yapılacaktır.

Sultanahmet’te Firuz Ağa Camii’nin meydana bakan tarafında alçak bahçe duvarları yapıldı, önlerinden her geçtiğimde yapanlara beddua ediyorum. Şehrin en fazla turist toplayan böyle tarihî bir yerine böyle berbat duvar yapılır mı? İstanbul okumuşları vazifelerini yapmıyor… Medya da yapmıyor… Halkın bu gibi konularda ilgililere ve sorumlulara her gün binlerce mektup ve dilekçe göndermesi gerekir.

Beyoğlu

Beyoğlu’nda neler yaptım? Tünelden Galatasaray’a doğru yürürken bir lokanta gördüm, orada öğle yemeği yedim. Balıkpazarı’ndaki Aslı Han kitapçılar çarşısına gittim. Sahhaflardan dört adet Fransızca kitap aldım. İkindi namazını, adı geçen hanın en üst katındaki camide kıldım. Orada vakit namazlarında imam ardında cemaatle namaz kılınıyor. Binasının bir kısmında böyle bir mescid yapan hayırsever zatı tebrik ediyorum. Namazdan sonra Avrupa Pasajı’ndaki dostum antikacıdan şu eşyaları aldım: Gümüş kaplama bir tepsi, bir Olympia daktilo makinası (yazılarımı hâlâ daktilo ile yazıyorum), üzerleri elle boyanmış iki eski Japon kahve fincanı (tabaklarıyla beraber), bir rihdan (Eskiden kamış kalemle yazılan yazıları kurutmak için üzerlerine rih denilen ve kuruduğunda gümüş gibi parlayan bir toz döküyorlardı, o tozun konulup serpildiği kap), elle boyanmış küçük bir Çin çay bardağı tabağı. İkindi çayımı içmek üzere, Tarlabaşı’ndan otobüsle Beyazıt’a gittim, oradan tramvaya bindim, eve döndüm. Nefis bir çayın yanında pazar günü Balat’tan aldığım çikolatalı kurabiyemi yedim…

Dört Temel Öğüt

Bütün İslâm büyükleri kendilerine bağlananlara, kendilerinden öğüt isteyenlere şu dört nasihati vermekte birleşmişlerdir:

* Birincisi: Az yemek,

* İkincisi: Az uyumak,

* Üçüncüsü: Az konuşmak,

* Dördüncüsü: İnsanlarla az ihtilât etmek, nâdanlarla birlikte olmamak.

Yıllardan beri bunları biliyorum. Ancak hayata uygulamakta güçlük çekiyorum. Bilhassa az konuşmak hususunda gerektiği kadar başırılı olamıyorum. Sık sık şu tekliflerle karşılaşıyorum: Efendim, sizinle görüşmek istiyoruz. Soruyorum: “Konuşulacak bir konu var mı?” “Yok…” cevabını veriyorlar. Peki ne konuşacağız, ne görüşeceğiz? Bundan on sene kadar önce telefonla bir zat “Mutlaka görüşmem lazım, telefonda söyleyemem…” diyerek bir randevu almış, vaktinde gelmemiş, epey gecikerek gelmişti. Neler konuştu veya daha doğrusu sordu biliyor musunuz?

-Oturduğunuz daire sizin midir?

-Sadece daire mi sizindir, yoksa bütün bina mı?

-Kışın nasıl ısınıyorsunuz?

Böyle, faydasız, saçma sapan şeyler…

Eskiler bu gibi konuşmalara mâlâyâni derlerdi.

Bendeniz artık yaşlandım, sağlığım, fazla hareketi kaldırmaz. Görüşmek isteyenlere bu sütunlardan sesleniyorum. Kendilerinden af diliyorum…

İslâm büyüklerinin müşterek nasihati olan dört konu hususunda çok dikkatli olmamız gerekiyor.

-Faydalı ve zarurî olmayan konularda konuşmamak. Hele hiç gıybet yapmamak.

-Haddinden fazla uyumamak,

-Yeterli miktardan fazla yememek.

-Halkla fazla ihtilât etmemek.

Kediler

Bugün öğleden sonra çarşıya çıkıp elli kadar ikiye katlanmış resimli bayrak tebriki alacağım, bunları birkaç cümle yazıp bazı tanıdıklarıma posta ile göndereceğim. Böylece geçenlerde yazmış olduğum “Küçük İyilikler”den birini yapmış olacağım.

Kışın kuşlara serpmek için elli kilo buğday aldırttım.

Geçen hafta Kapalıçarşı’ya gittim, Afganistan göçmeni Horasanlı dükkâncıdan yedi adet taşlı Afgan yüzüğü aldım. Altısının taşı hakikî, biri sun’î. Madenleri gümüş değil. Fiyatları inanılmayacak kadar ucuz. Hepsine sadece 10 lira verdim. Aslında bunları tanıdığım bir kaç kişiye hediye edecektim. Sonra güzelliklerini görünce kendime saklamaya karar verdim. Evdeki iki dişi kedi yavrulamıştı. İkisi birden 11 yavru yaptılar. Altısı öldü, gerisi büyüdü. Bu kadar kediye bakmakta zorlanıyorum. Her hâl ü kârda onları bu kışta kıyamette sokağa veya bahçeye atamam. Hadîs-i şerifte bir kediyi haps edip aç kalıp ölmesine sebep olan bir kadının, bu kötülüğü yüzünden cehenneme atıldığı bildiriliyor. Kediler yüzünden cehennemlik olmak istemem. Bakımları zahmetli ama faydaları da çok. Kedilerin çoğalmasından bu yana rızkımdaki ve paramdaki bereket arttı.

Para dedim de hatırıma geldi. Bendeniz ticaret yapıyorum ama banka hesabım yok, çek defterim yok. Kredi kartı nedir bilmem, bankamatiğin sadece ismini duymuşumdur. Geçenlerde bir emekli vatandaş kredi kartından dolayı intihar etmiş. Vârislerine bir mektup bırakmış, “mirası reddedin” diye. Mahiyetini pek iyi bilmiyorum ama adamcağızı intihar ettirdiğine göre şu kredi kartı denilen nesne pek iyi ve hayırlı bir şey olmasa gerek.

Müslüman okuyucularıma önemle hatırlatıyorum: Faiz ve ribanın HER TÜRLÜSÜNDEN, açığından gizlisinden uzak durunuz. Kur’ân-ı Kerîm’de ribacılar için “Onlar Allah ve Resûlü’ne savaş ilân etmişlerdir” meâlinde âyet bulunmaktadır. Hiç kimse Allah ve Resûlü ile savaşamaz.

Ateist olanlara, başka dinden olanlara karışmayız. Biz Müslümanlara, faizin her türlüsü, doğrudan doğruya olanı da, dolaylı ve gizli şekilde olanı da yaramaz.

Gaflet edip de kendimizi ateşe atmayalım.

Birtakım reformcular faize fetva verebilir. Bu gibi tuzaklara düşmeyelim.

(İster misiniz, bu adam faiz taraftarları ile faiz aleyhtarları arasında fitne ve fesat çıkartarak TCK 312. maddeyi ihlâl etmiştir, binaenaleyh hapse atılması gerekir diye bazı çok bilmişler beni şikâyet etsinler!) 30 Kasım 2005