Tunuslu Hakimin Cesareti
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 26 Şubat 2019
ÇarşambaHakim Muhtar Yahyavî’nin devlet başkanına gönderdiği mektup Tunus’un otoriter rejimini bir zelzele gibi sarstı. Yahyavî vazifesinden alındı, maaşı kesildi ama hapse atılamadı.
Yahyavî mektubunda, ülkesinde yargı bağımsızlığının olmadığından, siyasî iktidarın yargıya devamlı müdahale ettiğinden bahsediyor ve “Bu şartlar içinde hakimlik yapmaktansa bir hapishanede olmayı tercih ederim” demek cesaretini gösteriyordu.
Gerçekten kardeş Tunus’ta son derece baskıcı, zorlayıcı, müsamahasız bir rejim vardır. Baskılar en fazla din, fikir, görüş sahasında yapılmaktadır. Rejim tesettüre karşı açıkça cephe almıştır. Birkaç ihtiyar dışında kimse açıkta namaz kılmaya cesaret edememektedir. Zahiri kurtarmak için “ruhsatlı” bir iki muhalefet partisi vardır ama gerçek ve bağımsız bir muhalefete izin yoktur. Tunus büyük bir hapishane haline dönüşmüştür.
Bizde de, dinî baskılar konusunda Tunus’u örnek ve model olarak kabul eden çarpık bir zihniyet vardır. Türkiye için din, inanç, dinî uygulama konusunda örnek olacak devletler Tunus ve benzerleri değil; ABD, Kanada, İngiltere, İsviçre gibi medenî, ileri, hukuklu Batı ülkeleridir.
Tunuslu hâkim, devlet başkanına gönderdiği mektupla şahsî bakımdan büyük rizikoya ve zarara girmiştir ama ülkesine, halkına, devletine çok büyük bir iyilik ve hizmet yapmıştır.
Otoriter rejimlerde siyasî iktidar ve resmî ideoloji vatandaşların inançlarına, dinlerine, görüşlerine, vicdanlarına baskı yapar. Medenî ve ileri ülkelerde ise böyle bir baskı yoktur.
Hiçbir mahkemenin vatandaşın din ve inançlarını sorgulamaya hakkı yoktur. Böyle şeyler Ortaçağ Avrupası’nda görülmüş zulümlerdir. O zamanlarda Engizisyon mahkemeleri insanları inançlarından dolayı yakalıyor, tutukluyor, işkence yapıyor ve ateşte yakarak idam ediyordu.
Zamanımızda vatandaşın dinine, inancına ancak anti-demokrat, despotik, totaliter zihniyetli, çağdışı rejimler ve onların yargı sistemi müdahale etmektedir.
Din ve inanç hürriyetine büyük önem veren ABD’de, orduda hizmet gören Müslüman personel için helâl yemek çıkartılmakta, ibadet etmek isteyenler için mescidler hazırlanmaktadır.
California Üniversitesi profesörlerinden Amerika asıllı mühtedi Hamid Algar beyle konuştuğumda bana, hizmet gördüğü Berkeley’de de beş yüz kadar Müslüman kız öğrenci olduğunu, bunların yüz ellisinin tesettüre riayet ettiğini, başörtüleri yüzünden de hiçbir zorluğa ve sorguya maruz kalmadıklarını söylemişti. Yine aynı üniversitenin kampüsünde her cuma 500 kişilik bir cemaatle namaz kılındığını ilave etmişti.
İnsanların dinlerine, inançlarına, dinî uygulamalarına hürmet etmek medeniyetin en temel prensibidir.
Hiçbir devlet, hiçbir siyasî rejim, hiçbir ideoloji kendi ülkesinde yaşayan vatandaşının dinine, imanına, dinî uygulamasına karışamaz.
İslâm dini bu konuda, tarihin de şehadet ettiği gibi büyük bir tolerans göstermiştir. Yazık ki, zamanımızda bazı İslâm ülkelerinde siyasî rejimler tolerans değil, fanatizm sergilemektedir.
İslâm kadınlarının ve kızlarının başlarına örttükleri eşarplar evrensel bir kadın kıyafetidir. Başörtüsü sadece Müslümanlara mahsus bir tesettür değildir. Slav ülkelerinde, Yunanistan’da, Güney İtalya’da ve Sicilya’da, İspanya’da nice Hıristiyan kadınlar da başlarını örtmektedir.
Tunus gibi bir İslâm ülkesinde kadınların ve kızların başlarını örtmelerine mâni olmak medenî bir eylem değil, bir vahşet ve bedeviyet eylemidir.
Maalesef bazı Türkistan cumhuriyetlerinde de buna benzer baskılar ve zorlamalar görülmektedir.
Demokrasi edebiyatı başka şeydir, gerçek demokrasi başka şey. Bir ülkede gerçek demokrasinin olması için birtakım temel şartlar vardır. Bunlardan birincisi “Hukukun üstünlüğü” ilkesidir. İkincisi yargının bağımsız olmasıdır.
Yargı kesinlikle siyasî iktidarın, devletin baskısından, müdahalesinden korunmuş olmalıdır. Hakimler âdil kanunlara göre hüküm vermelidir.
Türkiye’de yargı bağımsız mıdır? Yüzde yüz bağımsız olduğunu kimse iddia edemez. Ülkeyi kurtarmak, düze çıkartmak için yapılacak büyük ve köklü değişikliklerden biri de hukuk, yargı, kanunlar konusunda olmalıdır.
Bizde hukuk ve yargı konusunda yüksek makamlara çıkmış hukukçular bazı konularda ittifak halinde değildir. Meselâ bir Sami Selçuk çıkmakta, hukuk ve yargı konusundaki eksiklikleri, aksaklıkları sert bir şekilde tenkit etmekte, birtakım çareler, çözümler, teklifler getirmektedir. Karşı kutupta ise, birtakım yüksek dereceli hakimler ve savcılar statükonun korunmasından, militan demokrasiden, gericiliğe karşı tedbir alınmasından, siyasal İslâm’ın ve militan dincilerin devlet ve rejim için büyük tehdit ve tehlike oluşturduklarından bahsetmektedirler.
Türkiye madem ki, yüzünü Batı’ya çevirmiştir, o halde hukuk ve yargı konusunda Batı dünyasının normlarını benimsemekle mükelleftir.
Lâiklik evrensel bir değer değildir. Bir değer olmayan lâikliği korumak için en birinci değer olan din, vicdan, fikir, inanç hürriyetini kısıtlamak caiz olur mu? Kaldı ki, gerçek lâiklik de, vatandaşların din, inanç ve ibadet hürriyetlerini garanti altına almaktadır.
2000’li yıllarda Enver Hoca lâikliğini uygulamak hiçbir ülkeye ve devlete uğur ve fayda getirmez.
Ülkemiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aleyhimizde verdiği tazminat kararlarıyla hem malî bakımdan, hem de prestij itibarıyla büyük kayıplara uğramaktadır. Türkiye’de yaşayan Müslümanlar dinlerinin bütün icaplarını korkusuzca ve serbestçe yerine getirebilmelidir.
Lâik bir düzende vatandaşın dinsiz olmaya ne kadar hakkı varsa, o kadar da dindar olmaya hakkı vardır. Siyasî rejim hiçbir vatandaşa “Şu kadar dindar olabilirsin, daha fazlasına iznim yoktur” diyemez. Bazı devlet memurlarına namaz kıldıkları, kadınları tesettürlü olduğu, altın yüzük takmadıkları, eşleriyle birlikte balolara gelmedikleri, içki içmedikleri için baskı yapıldığını duymaktayız. Bu gibi uygulamalar eşitlik prensibine, gerçek lâikliğe, hukuka, akl-ı selime, Türkiye’nin âlî menfaatlerine aykırıdır.26 Temmuz 2001