Cumartesi

 

Türkçe bilmeyen bir yabancıya birkaç hafta içinde, günlük hayatta çok kullanılan elli cümle ezberletilse, bunları elden geldiği kadar düzgün bir aksanla söylemesi sağlansa, bu adamla konuşan Türkler onun Türkçeyi iyi bildiğini zanneder.

Aslında bizim okur-yazarlarımızın durumu da bu adama benzemektedir. Edebî, yazılı, zengin Türkçeyi bilmiyoruz; birkaç yüz kelimeden, birkaç yüz cümleden meydana gelen bir iletişim ve konuşma Türkçesi ile konuşup anlaşıyoruz. Sonra da kendimizi iyi Türkçe biliyor sanıyoruz.

Türkiyeliler elbette ki, günlük konuşma Türkçesini, iletişim Türkçesini yitirmemişlerdir. Konuşma ve iletişim Türkçesinde de yozlaşma ve erozyon olmuştur ama yine de ihtiyacımızı görmektedir. Ancak bu konuşma Türkçesi bize ilim, irfan, kültür, sanat, edebiyat olarak yeterli değildir. Onun yanında, konuşulmayan, sadece yazılıp okunan ikinci bir Türkçe gereklidir. Asıl Türkçe odur.

Fuzulî’nin, Baki’nin, Nedim’in, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Evliya Çelebi’nin, Ahmet Cevdet Paşa’nın Türkçesi…

Edebî ve yazılı Türkçe konusunda o kadar zavallı, o kadar fakir ve yoksul, o kadar âciz hale gelmişizdir ki, Hüseyin Rahmi’nin, Halid Ziya’nın, Halide Edib’in, Yakup Kadri’nin, Reşad Nuri’nin romanları bile artık

“sadeleştirilerek”

bastırılıyor. Yani, zengin ve edebî Türkçeden; fakir, sade, yozlaşmış sokak ve pazar Türkçesine tercüme edilerek… Bir topluluk için bu ne korkunç bir yıkımdır.

Konuşma ve iletişim Türkçesi için okula, üniversiteye gitmeye lüzum yoktur. Çocuklar onu evde, âile içinde, çevrede kulaktan öğrenirler, konuşa konuşa elde ederler. Konuşulmayan yazılı-edebî Türkçe okullarda öğrenilir. İşte biz okullarımızda, eğitim kurumlarımızda bunu öğretemiyoruz.

Lise ve üniversite mezunlarımız binlerce kelime ve kavramı bilmiyor. Kelimelerin mânasını öğrenmek oldukça kolaydır da, kavramları anlamak ve öğrenmek o kadar kolay değildir. Kavramları öğrenebilmek için iyi derecede felsefe (psikoloji, mantık, ahlâk, metafizik, estetik), sosyoloji, sanat tarihi ve kültürü, tarih, tarih felsefesi, edebiyat okumuş olmak gerekir.

Mimarlık kültürü ve sanatıyla ilgili birtakım kavramlar ve terimler vardır: Gotik, barok, roman… Anadolu’da Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimarî eserleri bulunmaktadır… Hat sanatımızda sülüs, nesih, tâlik, divanî, kûfî, reyhanî ve sair yazı üslupları ile eserler verilmiştir… Anadolu’muzda yüzlerce çeşit halı ve kilim dokunmuştur, herbirinin kendine mahsus bir adı vardır… Din, tasavvuf, felsefe, düşünce sahasında binlerce ana kavram ve terim bulunmaktadır… Bunları okullarda, bilhassa liselerde sıkı bir eğitim ile öğrenmeyen kimse lügata ve ansiklopediye bakarak anlayıp öğrenemez.

Türkiye’den, Türkiyelilerden korkan, onların gücünü kırmak isteyen dış düşmanlarımız birtakım gizli protokollarla dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi, kimliğimizi, sanatımızı darbelemişler, darbeletmişlerdir.

İçeride veya dışarıda az buçuk tahsil görmüş, ağzı laf götüren birtakım okur-yazarlarımız yazılarında, konuşmalarında ilmî ve kültürel laflar etmektedir. Mesela meşruiyet kelimesini kullanmaktadırlar. Bu kelimenin bir lugavî, bir de ıstılahî mânası vardır. Sözlük mânasını bilenler olabilir ama, ıstılah olarak mânasını bilen kaç kişi çıkar? İstenirse bir imtihan yapılabilir. Yüksek tahsil yapmış, kültürlü sanılan yüz kişi toplanır, bunlar bir salona alınır, ellerine kağıt verilir ve “Sayınlar, bir saat vaktiniz var, meşruiyet kavramı üzerine birer kompozisyon yazacaksınız…” Sonra yazılı kağıtlar toplanır, uzman bir heyet tarafından okunur ve not verilir. Acaba kaç kişi geçerli not alacaktır?

Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda, televizyonlarda zaman zaman birtakım kavramlar, terimler kullanılıyor. Bunların çoğu ayağa düşmüştür. Devlet diyoruz, cumhuriyet diyoruz, laiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, yargı bağımsızlığı… daha yüzlerce kavram ve terim kullanıyoruz. Bunların ne olduklarını, ne olmadıklarını doğru dürüst, sağlam bir şekilde biliyor muyuz? Heyhat! Çoğumuz, yazımın başındaki elli Türkçe cümle ezberlemiş yabancı gibi, papağan gibi, bulut arkası, kulaktan dolma, dil alışkanlığı şeklinde bunları kullanmakta, anlamaktadır.

Satın aldığımız, çoğu yabancı dillerden tercüme edilmiş yüksek düşünce, ilim, kültür kitaplarını nasıl okuyacağız ki, onlarda geçen yüzlerce terimin ve kavramın mânalarını iyi bilmemekteyiz. Gerçek, gerçeklik, objektif, sübjektif, jakoben, Guenon’cu, asabiyet (İbn Haldun), sekülarizm (laiklikle arasında fark var mı?), paranoyak, şizofrenik.

İnsanlar cahilliklerini, kültürsüzlüklerini konuşma lisanı ile gizleyebilirler ama yazılı lisanda bütün ayıplar, eksiklikler meydana çıkar.

Televizyonda hararetli bir açık oturum yapılıyor, mangalda kül bırakılmıyor… Bu açık oturumun, konuşulanların ciddî, vasıflı, kıymetli olup olmadığını anlamak için onu yazıya çevirip yayınlamak gerekir. Kıymetli mi, ciddî mi, ipe sapa gelir mi o zaman iyice ve açık bir şekilde anlaşılır.

Bazen Türkçe metin kurtarır gibi görünür, lakin onu mesela İngilizceye tercüme ettirip bastırırsanız kemali, yahut sıradanlığı veya beş para etmezliği gün gibi tezahür eder.

İleri, medenî, güçlü ülkelerde vasıflı okullar ve liseler vardır. Bu liselerin yirmi beş otuz kişiyi geçmeyen sınıflarında en az beş öğrenci çok akıllı, çok çalışkan ve çok başarılıdır. İşte bu beşte birler ileride yetişir ve o ülkenin kültür, edebiyat, sanat, üniversite, medeniyet kadrolarını meydana getirirler. Bizde maalesef bu beşte birler yetiştirilmemektedir. Ender-i nâdirattan, istisna olarak birkaç insan yetişmektedir ki, onlar da şu yetmiş milyonluk ülkeye kâfi gelmemektedir.

İsterseniz bir imtihan daha yapalım:

Lise son sınıflarda okuyan yüz çocuğumuzu, lisan ve edebiyatımızın en büyük şâir ve edibi olan Fuzulî konusunda sınava çekelim.

1. Fuzulî’den ezbere mısralar ve beyitler okuyunuz.

2. Fuzulî’den bir gazel okuyup, onu şerh ediniz.

3. Su kasidesinden ezberinizde olan mısra ve beyitler var mıdır?

Kaç kişi geçer not alır dersiniz?

Geçenlerde genç bir edebiyat öğretmeni ile tanıştım, kendisinden izin alarak ona

“Fuzulî’den birkaç beyit ve mısra okuyunuz…”


dedim. Hiçbir şey okuyamadı! Evet

okur-yazar câhillik toplumumuzu kara bulut gibi sarmıştır.

İdeolojik mitolojilerin, hurafelerin kurbanı olmuşuzdur. Edebî ve yazılı dilimizi yitirince aklımız da güdükleşmiştir.

Gönül, özel dershâneler açılmasını, akıllı insanlarımızın buralara kayd olup, dersleri takip edip

edebiyat, zengin Türkçe, mantık, sanat tarihi ve kültürü, sosyoloji, antropoloji, lisaniyat konusunda

özet olsa da çok sağlam bilgiler edinmelerini temenni ediyor. Kimsenin böyle şeylerde gözü yok. Toplumumuzun şimdi en büyük değeri paradır, ranttır. 19 Ekim 2003