Pazartesi

 

Şimdiye kadar kim bilir kaç defa yazdım, bir kere daha tekrarlayayım:

Türkiye gündeminin birinci maddesi yazılı-edebî Türkçedir. Tarihî arızalar ve kazalar sebebiyle, millî kimliğimizin temel direklerinden olan Türkçe bozulmuş, yozlaştırılmış, medeniyet ve kültür aleti olarak vazifesini yapamaz hale getirilmiştir.

Birkaç hafta önce gazetelerde (internetten başlıklarını okuyorum) “Üç yüz kelimelik yetersiz bir Türkçeyle konuşuyor, iletişim sağlıyoruz…” mealinde feryatlar duyuldu.

Yaşadığımız ülkenin ismi Türkiye’dir. Halkın bir kısmının anadili olmasa bile Türkçe bu ülkenin resmî lisanıdır, medeniyet ve kültürünün ana vasıtasıdır. Günlük konuşma ve iletişim için bir Türkiyelinin okula gitmiş olması gerekmez, birkaç yüz kelimeyle ihtiyaçlarını halleder. Lakin eğitim için üniversiteler için, düşünce hayatı için, edebiyat için yüksek seviyede kültür ve medeniyet için mutlaka zengin yazılı Türkçe gerekir. İşte dış düşmanlarımız ve dâhildeki işbirlikçileri bu zengin Türkçeyi yıkarak Türkiye’yi çökertmişlerdir.

Türkçeyi yozlaştırırken eğitimi de sulandırıp bitirdiler. Yeni nesiller kitap okumuyor, daha doğrusu okuyamıyor. Yetmiş milyonluk Türkiye’de kitap tirajları bin veya iki bindir. Bendeniz yayıncıyım, bazı yayınevlerinin 500 adet kitap bastıklarını duyuyorum. Okur-yazar geçinenlerimizin kültür seviyesi uluslararası standart ve ölçülere göre “Zekâ özürlü” seviyesidir.

Gerçekçi olmak, acı da olsa realiteleri kabul etmek gerekir.

Eskiden bir yüksek tabaka Türkçesi varmış, bir de halk Türkçesi. Birtakım Baylar bu ikiliği kaldırmışlar ve halk Türkçesini tek Türkçe haline getirmişler… Bu yaptıklarıyla da övünüyorlar. Bir ülkede lisanın en alttaki halk yığınları seviyesine indirilmesinden daha büyük felaket olamaz.

Fransa’yı, Almanya’yı, İngiltere’yi düşünelim. O medenî ülkelerde işçilerin, köylülerin, balıkçıların, seyyar esnafın Fransızcasıyla, Almancasıyla, İngilizcesiyle yüksek düşünce, felsefe, edebiyat, şiir, sanat yapılabilir mi?

Bunca tahribattan sonra edebî-yazılı Türkçe kurtarılabilir mi?

Bu konuda kafası çalışanlarımızın çareler ve çözümler araması ve bulması gerekir.

Bir zümre var ki, şöyle diyor:

“Türkçe arılaştırılmış, sadeleştirilmiş, öz hale getirilmiştir. Arapça’dan ve Farsça’dan girmiş kelime ve kavramlardan temizlenmiştir. Çok güzel olmuştur, durum mükemmeldir…”

Böyle düşünenlerle tartışmaya bile değmez.

Türkiye halkı, atalarının bin yıl boyunca kullanmış olduğu yazıyla Türkçe okuyamıyor. Önce bu kopukluğu gidermek lazım. Devlet, üniversitelerde türkoloji, tarih, kütüphanecilik, arşiv bölümlerinde eski yazıyla metin okumayı öğretmektedir. Bu öğretim, hiç olmazsa seçmeli ders olarak liselere de konulmalıdır. Bilgiden bir zarar gelmez, eskiden Anadolu’da yaşayan Karaman Rumlarının anadilleri Türkçeymiş, yazarken Grek alfabesini kullanırlarmış. Yine anadili Türkçe olan Ermeniler de Türkçeyi Ermeni alfabesiyle yazarlarmış. Karamanlıca ve Ermeni Türkçesiyle basılmış eski kitapları, gazete ve dergileri okuyabilmek için adı geçen alfabelerle Türkçe okuyup yazma öğretilse ne zararı vardır? Zararı değil faydası vardır. Çünkü bilgi güçtür. Peki, milyonlarca Türkiyeliye niçin 1928’den önce bin yıl boyunca kullanılmış olan yazı-alfabe ile Türkçe okumak öğretilmiyor. Böyle bir şey gericilik olurmuş… Bırakın bu çağdışı safsataları, bir millet bin yıl bir yazı sistemini kullanmış, onu öğrenmek gericilik olurmuş. Siz aklınızı mı yitirdiniz?

Diyelim ki devlet, resmî ideoloji yüzünden, Pembe Türkler lobisinin baskıları yüzünden, resmen eski yazıyı öğretme işini yapamadı. O zaman iş tarihî devamlılık ve millî kimlik taraftarı aydınlara, zümrelere, sivil kuruluşlara düşer.

Şu anda ülkemizin birçok yerinde birtakım dernekler, vakıflar Osmanlıca kursları açmaktadır, bunların sayısı çoğaltılır, halk ve bilhassa gençler teşvik edilir; paralel bir eğitim kampanyası başlatılır.

Bugün ülkemizde dünyanın bütün alfabeleriyle yabancı dillerde kitap, gazete, dergi basmak serbesttir. Son olarak Kürtçe eğitim ve yayınlar da serbest hale getirildi. Sadece bir yasak kaldı: İslâm-Kur’ân yazısıyla Türkçe yayın yapamazsınız.

Grek alfabesiyle Türkçe kitap basabilirsiniz, Ermeni alfabesiyle basabilirsiniz, İbranî yazısıyla basabilirsiniz… Süryani, Kıptî, Habeş, Sanskrit, Uygur yazısıyla Türkçe yayın yapmak serbesttir ama bu ülkenin ve bu milletin bin yıl kullanmış olduğu “eski yazı” ile Türkçe yayın yapamazsınız. Olacak şey midir bu?

Bir Türkiye vatandaşı çıksa, bin yıllık eski yazımızla Türkçe bir broşür bastırsa hakkında emniyet ve adliye harekete geçer, adamcağız mahkemeye verilir ve mahkûm edilir. Peki, bu mahkûmiyet adil olur mu? Elbette olmaz. Böyle bir yasak evrensel insan haklarına, demokrasiye, millî kimliğe tamamen aykırıdır.

Ben realist bir kimseyim… Latin harfleri artık yerleşmiştir. Lakin eski bin yıllık yazımız üzerindeki yasaklar artık kaldırılmalıdır. 1928’den bu yana 76 sene geçmiştir. Vaktiyle bir real-politik uygulanmış, artık normal duruma dönülmelidir.

Kütüphanemde 1953’te, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Azerbaycan’da basılmış minyatürlü, ciltli nefis bir “Leyla ve Mecnun” kitabı bulunuyor. Hangi yazıyla? İslâm yazısıyla, yani Arap harfleriyle. Yahu, Stalin rejiminde bile bizdeki kadar şiddetli baskı yapılmamış, aradan 50 yılı aşan bir zaman dilimi geçti biz hâlâ yerimizde sayıyoruz.

Edebî-yazılı, zengin lisanını yitiren bir toplum aklını da yitirir.

– Be adam! Sen neler söylüyorsun?..

Çok açık konuşuyorum… Şu memleketin, şu toplumun hal-i perişanına bakınız.

İlim, fen, sanat, medeniyet, eğitim, üniversite, medya, sanayi, kalkınma sahasında harikalar meydana getiren Japonya’ya bakınız. Yazıları ne kadar zor… 10 Ağustos 2004