Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra, Türkiye ile Suriye arasındaki sınır çizilirken Şanlıurfa’daki bir köy ikiye ayrılmış, bir kısmı bizde, bir kısmı öbür tarafta kalmış. Bunların sadece dinî bayramlarda, senede iki defa dikenli teller arkasından görüşmelerine izin veriliyormuş. Nihayet Ankara ve Şam otoriteleri merhamete gelmişler ve geçen Ramazan Bayramı’nda, bu zavallı köylülerin iki günlük “İdarî mektup”larla öbür tarafa geçip akrabaları ile hasret gidermelerine, bayramlaşmalarına izin vermişler. Geçen bayramda Suriye sınırından bize geliş olmuş, bu bayramda da bizden onlara gidilmiş. Böylece 537 aileye mensup iki bin 450 kişi Suriye’ye gitmiş.

Bakın, Lozan Antlaşması’nın gizli protokoluyla Müslümanlara neler edilmiştir. Türkiye ile Suriye dörtyüz yıl kadar beraber olmuş, aynı devletin sınırları içinde bulunmuş iki Müslüman ülkedir. Sınır çizilirken ortasından ayrılan bir köy halkına yapılan bu eziyet, bu işkence, bu insaniyetsizlik akılla, vicdanla, hukukla, insan haklarıyla, iyi idare ile kabil-i te’lif midir?

Almanya’da yaşadığım yıllarda (1969-1974) bir gün o ülkenin batısındaki Aachen şehrine gitmiştim. Hollanda oraya çok yakındı. Halk, nüfus hüviyet cüzdanını göstererek öbür ülkeye gidiyor, orada alış-veriş yapıyor ve geri dönüyordu. Gidiş geliş, ticarî ve kültürel münasebetler o kadar kolaydı.

Sınır komşusu olmalarına rağmen bugün Türkiye ile Suriye İzlanda ile Mauritius kadar birbirlerinden uzaktır. Ne kültür, ne ticaret, ne turizm… Halbuki iki ülkenin menfaatleri için işbirliği yapılması şarttır. Diğer Müslüman komşularımızla da durum aynıdır. Ben meseleye sadece din açısından bakmıyorum. Yunanistan ile de münasebetlerimiz çok gergin ve âdeta kesilmiştir. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Bulgaristan’da liberal bir rejim kuruldu. O ülke ile de çok sıkı münasebetlerimiz olmalı, iki taraftan akın akın insanlar gidip gelerek ticaret yapmalıdır. Doğu’da Ermenistan ile aramızdaki ihtilâflar kaldırılmalı, bir anlaşmaya varılmalı ve hem o ülke, hem de Gürcistan ile alabildiğine ticarî, kültürel, turistik işbirliği yapılmalıdır.

Maalesef ülkemiz çok kötü idare edilmektedir. Her konuda dökülüyoruz. Hangi birini sayayım?

1. Üç tarafı denizlerle çevrili harika bir ülkede yaşıyoruz ve bizde hem yolcu, hem de yük taşımacılığında deniz yolundan yararlanılmamaktadır.

2. Medenî, ileri, akıllı, kalkınmış ülkelerde demiryolları uçaklarla rekabet ediyor, saatte ikiyüz kilometreden fazla hız yapan trenler çalıştırılıyor, bizde ise demiryollarımız sabotajdan sabotaja, hıyanetten hıyanete uğruyor.

3. Her taraf okullarla, üniversitelerle dolduruldu. Lâkin bunlardan mezun olanlar iş bulamıyor; şu anda onbeş milyondan fazla işsizimiz var. Bizdeki eğitim ve üniversite sistemi işsizler ordusu yetiştiriyor.

4. Ziraat, hayvancılık, balıkçılık işlerimiz berbat. Dışarıdan buğday, meyve, et, balık ve başka yiyecek maddeleri ithal ediyoruz.

5. Egemen azınlıklar ülkeyi bir arpalık olarak görüyor ve eline imkân geçiren rant yiyor.

Osmanlı Devleti’nden kopan ülkelerde otuz kadar devlet kuruldu. Siyasî birlik elden gitse de, bu eski parçalarımızla kültürel, ticarî bağlarımızı devam ettirmemiz gerekirdi. Meselâ her yıl yüzbinlerce Mısırlı’nın bize, bizden de yüzbinlerce Türkiyeli’nin onlara turist olarak gitmesi iyi olmaz mı? Lâkin böyle bir gidiş geliş yok. Tam bir kopukluk var. Niçin? Çünkü, rivayete göre Lozan’ın gizli protokol maddelerinden birinde “İslâm dünyası ile bağlarımızı kopartacağız” yazılıymış…

Benim çocukluğumda ve gençliğimde Mısır, Suriye, Irak, Lübnan, Filistin, Trablusgarb münevverlerinin çoğu Türkçe bilirlerdi. Şimdi o ülkelerde Türkçe bilen aydın da kalmamıştır. İngilizler sömürge imparatorluklarını tasfiye ettiler ama, vaktiyle idare etmiş oldukları o ülkelerde İngilizce yaygındır, bazen ikinci dildir, hatta bazen birinci dildir.

Bir ara Arap dünyasından Sarıyer’e yazlık için aileler gelmeye başlamıştı. Halkımızın ve esnafımızın hepsini suçlamak istemem ama birtakım ahlâksız, karaktersiz, bayağı, rezil, namussuz, şerefsiz kimseler gelen Arapları yolunacak kaz sanmışlar ve çok kötü işler etmişlerdi. Sonunda Türkiye’de tatil yapmaktan vaz geçtiler. Belki de artık Yunanistan’a gidiyorlardır.

Son zamanlarda İstanbul’da şöyle yeni bir kötülük görülmeye başlanmış. Namuslu ve iyi ahlâklı esnafı ve şoförleri tenzih ederim, kötülerin aleyhinde yazıyorum. Meselâ taksiye bindiniz, hesap için şoföre beş milyon liralık bir banknot verdiniz ve vakit gece. Adam,

“Beş milyon lira sanarak yüz bin lira vermişsiniz”

diyerek müşteriye yüz bin lira veriyor ve yerine tekrar beş milyon alarak üstünü iade ediyormuş. Tanıdıklarımdan, komşularımdan bazılarının başlarına böyle tatsız işler gelmiş.

Bazen Sultanahmet’ten tramvaya biniyorum, arada bir hoparlörle şöyle anoslar yapılıyor:

“Sayın yolcularımız, cüzdan ve çantalarınıza dikkat ediniz…”

Hattâ bir keresinde bu uyarmanın İngilizcesini de yapmışlardı. Bir şehir, bir ülke için ne büyük ayıptır bu.

Yıllarca önce

Beyoğlu’ndaki Ağa Camii

‘ne gitmiştim. İçeride

“Ayakkabılarınızı hırsızdan koruyunuz”

şeklinde bir sürü yafta görülüyordu. Cami görevlilerine istirham ederek bu ilanları kaldırtmıştım. Öyle ya, o İslâm mâbedini gezen yabancı bir turist bunlarda ne yazıyor diye sorsa ve rehber de tercüme etse ayıp olmaz mıydı?

Dış düşmanlarımız ve içteki hain ve satılmışlar halkımızı kimliğinden uzaklaştırmak için harıl harıl çalışıp duruyor. Haçlı Batı dünyası Türkiye’nin tekrar büyük ve güçlü devlet olmasını kesinlikle istemiyor. Müslüman ülkelerin, Müslüman halkların birbirine yakınlaşmasını, aralarında sıkı ticarî, kültürel, turistik ilişkiler olmasını da asla arzu etmiyorlar. Merhum Mehmed Âkif, “Türk Arapsız, Arap Türksüz olmaz” demiştir. Biz, dünyanın aynı bölgesinde yaşayan, asırlar boyunca tek devlet bünyesi içinde bulunmuş olan, aynı dine mensup Müslümanlarız. Ticarî, kültürel, siyasî, sosyal, turistik ilişkilerimizin çok sıkı olması gerekmez mi? Lâkin birtakım güçler bunu istemiyor. Şu anda bizdeki çok önemli ve konu ile yakından ilgili bir bakanlığın başında Sabataist bir zat bulunmaktadır. Bu bakanlığın en üst seviyesindeki yirmibeş büyük bürokratı da zahiren Türk ve Müslüman görünen, gerçekte ise Yahudi olan vatandaşlarımızdır. Bu iki kimlikliler Müslümanların birleşmesini, yakınlaşmasını isterler mi?

Tarihini tam olarak hatırlamıyorum, son onbeş yıl içinde Türkiye’den İsrail’e bir dışişleri bakanımız gitmişti. Hazret İsraillilerle şakır şakır Ladino (Yahudi İspanyolcası) lisanı ile konuşmuş.

Kabahat sadece bizim tarafta değil. Suriye’deki rejim de İslâm’a, Müslümanlara karşıdır. Onlar da İslâm’ı ve Müslümanları bir tehlike olarak görmektedir.

Velhasıl hem Türkiye’nin, hem Müslümanlığın işi zordur.

Birtakım kayıkçı, balıkçı, yoğurtçu, zerzevatçı, küçük esnaf, işportacı ve diğer bu gibi mesleklere mensup dindarların kendi kafalarına göre kurtuluş reçeteleri var. Yine okumuş Müslümanlardan makina mühendisi, doktor, veteriner, hukukçu, ziraat uzmanı gibi kimselerin de Müslümanların kurtuluşu hakkında görüş ve planları mevcut. Fakat bunlar otuz yıldan beri bir işe yaramıyor, edebiyattan öteye geçemiyoruz. 22 Mart 2000 Çarşamba

23 Mart 2000