Tarih Kurumu Başkanı

Profesör Yusuf Halacoğlu

‘nun son beyanları bazılarını çok şaşırttı, bazılarını da çok kızdırdı. Aslında onun şimdi söylediklerini bendeniz yıllardan beri kısa kısa, özlü (ve bazısını üstü kapalı) yazıyordum.

Anadolumuz ırk çeşitliliği bakımından aşure kazanı gibidir. Enkazından irili ufaklı 40 devlet çıkan bir imparatorluğun geri kalan kısmında 50 (bazıları bu rakamı 78’e kadar çıkartıyor) ırk çeşitliliği olması normal değil midir?

Ülkemizde milyonlarca Gürcü bulunduğunu inkâr etmek için deli olmak gerekir… Yine Türkiye’de hayli Çerkes vardır… Boşnaklar, Arnavutlar, Çeçenler, İnguşlar, çeşit çeşit Tatarlar, Araplar, Yezidîler, Nuseyriler, Süryanîler, Karaçaylar, Balkarlar, Nogaylar, Abhazlar… Ülkemizde Moğollar da vardır… Hangi birini savayım?.,

Bu saydıklarım biliniyor da, bazı gruplar bilinmiyor. Mesela bunlardan biri Kripto (yani) gizli Yahudilerdir. Bunlar başlıca şu iki ana gruba ayrılır:

Sabataycılar: Yıllarca önce Aksiyon dergisinde yayınlanan bir röportaja göre Türkiye’de bir buçuk milyon Sabataycı bulunmaktadır.

Çoğu Polonya’da, Ukrayna’da, Rusya’da yapılan pogromlardan kaçıp Türkiye’ye sığınan, burada Bektaşî veya Alevî postuna bürünen Kripto Yahudiler.

Doğu Anadolu’da yaşamış olan Ermenilerin bir kısmı Yahudi asıllıdır. Ermeni kralı Tigran Ortadoğu’ya, Filistin’e sefer etmiş, oradan hayli Yahudi’yi esir olarak kendi ülkesine getirmiştir. Bunlar esaretten kurtulmak için Ermeni olmuşlardır.

Kürtler içinde de Yahudi vardır.

Mesela şu anda Şanlıurfa’da yirmi kadar aile vardır ki, dıştan Müslüman görünmekte, içlerinde ve evlerinde ise ellerinden geldiği kadar Yahudiliği yaşamaya çalışmaktadır. Fransızca bir sitede bunların Cuma namazı kıldıkları, yazın çocuklarını Kur’an kursuna gönderdikleri yazılıydı. Gizliliğe o kadar dikkat ediyorlarmış ki, kendileriyle görüşmek ve araştırma yapmak için Türkiye dışından gelen bir ekiple konuşmayı reddetmişler.

Dünyada ne kadar ırk, kavim, grup varsa, onlardan birinin ve bazısının Müslüman olmasını gayet tabiî karşılar ve hiçbir ayırımcılık yapmayız.

Ancak bunun temel bir şartı vardır: O da, samimî ve ihlaslı bir şekilde Müslüman olması… Din bakımından iki kimlikli olursa, yani dıştan Müslüman görünüyor, içinde ise başka din taşıyorsa o zaman iş değişir.

Bir Yahudi ihtida etmiş, din olarak İslâm’ı seçmiş… Bundan ancak sevinç duyarız. Lakin onun Müslüman olması yalancıktan ise, bundan elbette kuşku duyarız, araştırmak isteriz.

Sabataycıların iki dinli, iki kimlikli olduklarını bütün ilim alemi biliyor. Onlar gerçekten Müslüman olsalardı birtakım gazetecileri, yazarları, düşünürleri İslâm’a ve Müslümanlara bu kadar düşmanlık eder, insafsızca saldırır mıydı?

Irkçılık başka şeydir, bir ülkedeki veya dünyadaki etnik kökenleri ilmî şekilde araştırmak başka şey… Irkçılık bir ideolojidir. Irk araştırmaları ise ilimdir.

Ülkemizdeki Ermeni kökenlilere gelince:

Ermeni Patrik’i Mesrob Mutafyan bundan birkaç yıl önce Paris’te yayınlanan

La Croix gazetesinin

kendisiyle yaptığı bir röportajda Türkiye’de şu anda bir milyonun üzerinde Ermeni kökenli Türk ve Müslüman bulunduğunu açıkça beyan etmişti. Her yıl bunların 100’e yakın bir miktarı tekrar Ermeni dinine geçiyormuş. Bir miktarı da Fransa’ya gidiyor, orada gizlice din değiştiriyormuş.

Yıllardan beri duyarız; PKK terör savaşçıları içinde kendilerini Kürt gibi gösteren Ermeniler varmış.

Dedeleri ve nineleri, 1915 yıllarının savaş ateşi, tozu dumanı, hengamesi içinde Müslüman oldular. Aradan 90 yıl geçti. Bunların torunlarının bir kısmı elbette ki artık samimi Müslümandır. Lakin dış mihraklar, Ermenilikten Müslümanlığa geçmiş kimselerin torunlarını araştırıyor ve onları tekrar Ermeni ve Hıristiyan yapmaya çalışıyor. “Efendim, böyle bir şey insan haklarına aykırı değildir…” diyecekler çıkabilir. Biz, insan haklarına aykırıdır demiyoruz. Kendi açımızdan bazı hususları öğrenmek istiyoruz. Bu ikinci şey de insan haklarına aykırı değildir, ırkçılık değildir.

Bir Hıristiyan, Müslüman olunca Hazret-i İsa ile bağlarını kopartmış olmaz. İncil ile de alakasını kesmez. Çünkü İslâm BÜTÜN Peygamberleri, BÜTÜN kutsal kitapları kabul eder. Türkiye’de yakın tarihte birtakım DERİN, GİZLİ, AMANSIZ güçler halkı birbirine düşman kamplara, kutuplara ayırmak için şeytanî, makyavelist ayırımlar yapmıştır. Türklerle Kürtleri, Sünnîlerle Alevîleri, dindarlarla çağdaşları karşı karşıya getirmek ve çarpıştırmak için çalışmışlardır.

Bu ayırımcılık, bu ırkçılık Türkiye’nin menfaatlerine uygun değildir. Çeşitlilik elbette olacak ama düşmanlık yapılmayacak, kamplaşılmayacak, fitne ve fesat çıkartılmayacaktır.

Prof. Yusuf Halacoğlu’na verip veriştiren, onu ırkçılıkla suçlayan kimseler, bu köken tartışmalarının günün birinde Sabataycılar ve Kripto Yahudiler meselesine kadar uzanacağından endişe ediyorlar her halde… Evet Türkiye’de, Müslüman ve Türk gibi görünen 1,5 milyon Yahudi olduğu iddia ediliyor…

Ayının, Anne Kedi ve Yavrularının Ahları Yakar!

İki haberin de başlıklarını ve baştan birkaç satırını okudum, hangi şehirlerde veya bölgelerde cereyan ettiğini bilmiyorum. Haberlerin metnini niçin okumadım? Çünkü yüreğim dayanmazdı.

Bir yerde ayının biri serinlemek için suya girmiş.

Birkaç canavar insan (içlerinde çocuk da varmış) zavallı hayvanı başına taş atarak, ucu çivili sopalarla vurarak feci şekilde öldürmüşler. Çocukluğumda çok duyduğum bir laf vardır; “Su içene yılan bile dokunmaz…” Şimdiki bazı insanlarda merhamet kalmadı. Evet, insanlar serinlemek için suya giren ayıyı feci şekilde, merhametsiz şekilde taşla, sopayla işkenceyle öldürmüşler.

Yazıklar olsun!

Ayı vahşi bir hayvandır, insana saldırabilir… Lakin durup dururken, su içerken veya serinlerken bir ayıyı feci bir şekilde öldürmek insana yakışmaz, insanlığa yakışmaz.

Şundan korkuyorum:

Bu şekilde öldürülen ayının ahı tutacak ve memleketin başına bir felaket gelecek…

İyi insanlar Allah’a yalvarsınlar, af dilesinler, sadaka versinler.

İkinci vak’a bir şehirde geçiyor. Yol kenarında kapalı bir mukavva kutu görülüyor. Aman bomba olmasın. Polise haber veriliyor. İnfilaka karşı özel kıyafet giymiş bir eleman ihtiyatla yaklaşıyor, kutunun yanına bir fünye koyuyor, çekiliyor ve ateşleniyor… Etrafa kanlar saçılıyor.

Meğerse kutuda zavallı bir anne kedi ve yavruları varmış.

Hainin biri onları oraya atmış…

Kedi ve yavruları öldü. Hem de feci şekilde.

Onların bir Maliki ve Sahibi var.

Kedileri O yaratmış, O rızıklandırıyor. O zavallı annenin ve yavrularının feci şekilde parçalanmasına razı olur mu?

Ne bilelim biz?.. Be adamlar dikkat etsenize…

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez…” Resûl-i Kibriya ve Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böyle buyuruyor. İnsanın aklının ve vicdanının kabul edeceği çok hikmetli bir uyarı. Okullarda çocuklara, yeni nesillere insan sevgisi, hayvan sevgisi, ağaç ve yeşillik sevgisi, tabiat sevgisi aşılanmalıdır. Merhametsizlikten, gaddarlıktan, sadistlikten uzak durmaları öğretilmelidir.

Patlamaya müheyya (hazır) bir yanardağın üzerindeyiz. Halkımızın bir kısmı elhamdülillah çok merhametlidir. Lakin toplum içinde canavarlar da var. İyiler, merhametliler, vicdanlılar kötüleri, acımasızları, gaddarları önlemezse, nehy-i münker yapmazsa bütün toplumun üzerine azab ve felaket gelebilir.

Geçen hafta Samsun’da olanları duydunuz. Sağanak halinde yağan bir yağmur birkaç saat içinde şehri alt üst etti.

Rant hırsıyla, yanan yerleri yapılaşmaya açmak ihtirasıyla mafyalar ormanlarımızı yaktı. Ormanlarımızın kasıtlı şekilde yakılması felaket getirir, azab getirir, musibet ve bela getirir.

Unutmayın taşlarla sopalarla öldürülen zavallı ayı, kutu içinde fünye ile parçalanıp havaya uçurulan kedi ve yavruları.. Bunların ahı yerde kalmaz.

Müslüman Kadın Sere Serpe Ortalıkta Dolaşmaz

Osmanlı devleti zamanında hiçbir Padişah, hiçbir Sadrazam, hiçbir paşa, hiçbir bürokrat karılarını yanlarına alıp toplumsal ve kamusal alana taşımamıştı. İslâm dininde, tesettürlü de olsa Müslüman devlet adamlarının kadınları erkeklerin arasına karışmaz.

Osmanlı toplumunda Müslüman kadınlar trenlerde, vapurlarda, tramvaylarda kendilerine mahsus (özel) bölümlerde seyahat ederlerdi. Yine Müslüman hanımlar lokanta ve muhallebicilerin ailelere tahsis edilen bölümlerinde yemek ve tatlı yiyebilirlerdi. O bölgeye, kocaları da olsa erkekler giremezdi.

Sayın kişi dindar bir Müslüman imiş, refikası başörtülü imiş… Yüksek tepeye çıkınca hanımı ile birlikte resepsiyonlara (davetlere, toplantılara, içkili ziyafetlere) katılacakmış. İslâm’da böyle bir şeyin yeri yoktur. Böyle bir şey dindarlıkla, Müslümanlıkla kabil-i telif değildir. Bana inanmayan gerçek, icazetli, geleneksel çizgide olan takvalı fakihlere ve müftülere sorsun. Meclis (veya millet) bir zatı devlet başkanı seçiyor, karısını değil.

Dindarlık ve takva, başına bir bez parçası örtmekle olmaz. Dinin muhkem, kesin, zarurî hükümlerine ve kurallarına da uymak gerekir.

1950 ile 1960 arasında başbakanlık yapan Adnan Menderes’in hanımı pek ortada görünmezdi. Celal Bayar’ın refikası Reşide hanımefendi kendi isteği ile gölgede kalmıştır. İsmet Paşa’nın eşi Mevhibe hanımefendi, bugünkü first lady’ler gibi ortada fink atmazdı.

Cumhurbaşkanlarının eşlerinin, sanki ikinci bir devlet başkanı gibi ön planda görünmeleri Merhum Turgut beyin zamanında olmuştur. Birtakım reformcu, değişimci, yenilikçi, light İslâmcı, indirilmiş (münzel) din taraftarı değil de uydurulmuş din taraftarı bozuk ilahiyatçılara sorarsanız onlardan her türlü aykırı ve ters fetvayı alırsınız.

Birtakım Müslümanlara hitap ediyorum: Takva ve dindarlık ile fısk, fücur ve günahı birbirine karıştırmayalım.

“Bizim istediğimiz İslâm…”

diye bir şey olamaz. Allah’ın bildirdiği, Resulullah’ın tebliğ ettiği, 14 asırdır müctehidlerin, fukahanın, salihlerin anlattıkları İslâm’ı ölçü alalım.

Dindar, eşinin başı örtülü bir Müslüman devlet başkanlığı makamına geçerse sayın eşi gölgede kalmalı, resepsiyonlara mesepsiyonlara katılmamalıdır. Böyle bir şey laikliğe aykırı olmaz. Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti kapsamındadır.

Osmanlı’ya Söven Dönmeler

Hiçbir şeye yanmam da, birtakım Dönmelerin Osmanlıya sövüp saymalarına yanarım… Osmanlı çok kötüymüş de bunlar çok ama çok iyiymişler…

Karşılaştıralım: Osmanlının enkazından irili ufaklı kırk devlet çıkmıştır. Osmanlı karada yürüyerek veya atla giderek; denizde yelkenli veya kürekli gemilerle üç kıt’ayı feth etmiştir. Osmanlılar zamanında Kudüs’te tam bir din hürriyeti vardı. Osmanlılar zamanında Hıristiyanlar ve Yahudiler dinî ve millî kimliklerini korumuşlardır.

Osmanlının kuruluş ve yükseliş devrinde adalet ve güvenlik vardı. İslâm dinine sövüp sayan

Martin Lüther bile

“Osmanlı buraları alsa da din hürriyetine kavuşsak” mealinde laf etmiştir.

Osmanlı devletinin iyi zamanında bir esir bile, ihtida edip iyi yetiştiği takdirde sadrazam olabiliyordu. Barbaros zamanında Akdeniz bir Türk gölü haline gelmişti.

Tuna ve Nil iki Osmanlı nehriydi. Kanunî zamanında Karadeniz Ruslara kapalı idi. 16’ncı asrın sonlarıyla 17’nci asrın başlarında

Aceh sultanlığına

(Bugünkü Endonezya’nın özerk bir bölgesi) Osmanlılar gemi yapım mühendisleri, top döküm ustaları, barut ustaları ve hattatlar, müzehhibler göndermişlerdi.

Osmanlılar Sultan Beyazıt, Şehzade, Süleymaniye, Rüstem Paşa, Sokollu (iki tane), Valide Sultan (birkaç tane), Mihrimah Sultan, Sultan Selim, Eyüp Sultan, Sultan Ahmed, Piyale Paşa, Şemsi Paşa ve daha saymakla bitmez camileri inşa ederek İstanbul’a İslâm ve Türk damgasını vurmuşlardır. Dönmelerin böyle bir tek mimarlık eserleri var mıdır?

Fatih Sultan Mehmed zamanında öyle bir adalet ve güvenlik vardı ki, bir kadıncağız, yanında büyük bir servet olduğu halde İstanbul’dan Edirne’ye tek başına gitse, kimse yan gözle bile bakamazdı. (Neşrî Tarihinde yazılıdır.)

Kanunî zamanında Fransız Elçisi ile birlikte İstanbul’a gelen

papaz Morand

şöyle yazıyor: “Bir adam avucuna altın doldurup kalabalık bir yerde yürüse ona ve paralara hiçbir şey olmaz.”

Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar Osmanlı devletinde Müslüman bir kadına devletin resmî mührüyle fahişelik vesikası verilmezdi. Osmanlı mülkü dünyanın en adaletli, en fazla hürriyet ve güvenlik olan ülkesi olduğu için İspanya’dan kovulan Yahudiler kapağı buraya atmışlar, huzura kavuşmuşlardır. Soruyorum: Osmanlıyı kötüleyen Dönmeler hürriyet, adalet, güvenlik konusunda onunla boy ölçüşebilirler mi?

Arnold Toynbee “Eflatun’un ideal Cumhuriyetine realitede en fazla yaklaşan sistem Osmanlı devletidir” diyor (Tarih Üzerine bir Etüd, Ispartalılar bahsi) Dönmeler için böyle bir övgü var mıdır?

İnsaflı

Halide Edib Adıvar,
“Türkiye’de Şark Garb ve Amerikan Tesirleri”

adlı kitabında, Osmanlıyı övmekte Toynbee’den ileri gidiyor ve onlar Eflatun’un Cumhuriyetini de geçmişlerdi mealinde bir söz ediyor.

Dönmeler bir cihan devleti mi kurdular? Selimiye, Sultan Ahmed gibi bir mimarlık abidesi mi diktiler? Üç kıt’ada bir “Pax”ları oldu mu? Barbarosları mı var, Sokolluları mı, Sinanları mı, Bakileri mi?

Sabatay Sevi, Yakob Kerido, Şimon Zvi ve benzerleri Osmanlı büyükleri ile aşık atabilir mi? Ya Rabbi!.. Ne günlere kaldık… 01 Eylül 2007