Türkiye’yi Kimler Çirkinleştirdi?
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
Salı
İnsanın yaptığı, ürettiği şeylerin hepsinde bir sanat, bir estetik vardır. Yapıların, şehirlerin, köylerin hepsinde. Bu topraklarda eskiden insan yapısı çok güzellikler sergileniyordu. Meselâ Edirne şehrimizi ele alalım: Oradaki Türk evleri, Rum evleri, Bulgar evleri, hattâ Yahudi evleri güzeldi. Binalarının bir kısmını titizlikle koruduğumuz Safranbolu’yu düşünelim. Eski tarihî evleri ne kadar güzeldir.
Son altmış-yetmiş yıl içinde eski güzellikler yıkılmaya, yok edilmeye başlandı, onların yerlerine güzel olmayan binalar, şehirler kuruldu.
Eskinin harap evlerinde bile bir güzellik, bir sanat, bir füsun vardı. Yeni yapılan binalarda yok.
Birkaç ay önce Trabzon’dan Gürcistan’a açılan Sarp kapısına kadar bir yolculuk yaptım. SadeceSürmene’de yol kenarında devletin satın alıp restore ettirdiği güzel bir bina gördüm. Tabiî ki, eskiden kalmaydı. Çirkinleştirici zihniyet o bölgede bir tek yeni güzel bina yapamamıştı. Evler, apartımanlar, okullar, adliye sarayları, valilikler, kaymakamlıklar velhasıl bütün binalar sanatsız ve çirkindi.
Kırsal kesimde yükseklere beş katlı apartımanlar dikilmişti. Onlar da çirkindi. Hem de çok çirkin.
Trabzon’da, Rize’de, şurada burada birkaç eski Osmanlı evi kalmıştı güzel olarak. Onlarda da kimse oturmuyordu.
Bunca çirkinlik yetişmiyormuş gibi o güzelim Karadeniz sahilleri çirkin ve iğrenç bir sahil yolu ile berbat edilmişti. Yol yapılmasın demiyorum, yol elbette lâzımdır, ancak yolların da güzel olması, güzellikleri tahrip etmemesi gerekir. Karadeniz sahil yolunun güzergâhı, karanın yeşili ile denizin mavisinin birleştiği sahilde değil, biraz yukarıda çizilmiş olsaydı güzellikler tahrip edilmemiş olacaktı.
Türkiye mimarlık, şehircilik, peyzaj bakımından kimler tarafından çirkinleştirilmiştir? Niçin çirkinleştirilmiştir?Nasıl çirkinleştirilmiştir? Bu soruları hepimizin sorması ve cevap araması gerekir.
Bu ülkeyi Müslüman Türkiyeliler mi çirkinleştirdi?
Hayır, onların ecdadı her yeri güzel camilerle, güzel taş binalarla, güzel ahşap evlerle donatmışlardı.
Bu ülkeyi çirkinleştirenler, Müslümanlara ve Türklere “Acı Soğan” diyenlerdir.
Yirminci asrın ilk yarısında “Millî Mimarlık Cereyanı” denilen çok hayırlı bir gelişme olmuştu. Türk mimarları, eskiden, İslâm medeniyet ve sanatından ilham alarak yeni güzel binalar yapmaya başlamışlardı.
Osmanlı’nın son resmî kamu binası Sultanahmet’teki hapishanedir. O yapı bile bir sanat ve mimarlık şaheseridir. Çünkü millî mimarî üslûbunda yapılmıştır.
Millî mimarî üslûbunda yapılan bütün binalar güzeldir, sanatlıdır, onlara bakmak insana haz ve zevk vermektedir.
1930’lu yıllardan itibaren mimarlıkta ve şehircilikte millî üslup terk edildi, yozlaşma ve yabancılaşma başladı. Yeni binalar faşist Alman veya İtalyan mimarîsine göre yapılmaya başlandı. Bazen de Rusya’daki Stalinist çirkin mimarlık taklit ediliyordu. Müslümanlığa, Türklüğe, Osmanlılığa ait bütün değerler ve ölçüler tatbikat (uygulama) dışı bırakılmıştı.
Yeni mimarî ile çirkinlikler üretilirken, bir yandan da okullarda ve üniversitelerde eskiye düşman, mâziden kopuk nesiller yetiştirmeye uğraştılar. Onlara aşılanan fikirler şunlardı: Mâzi kötüdür, atalar çok kötü şeyler yapmıştır, ilerlemek ve yücelmek için tarihî devamlılıktan kopmamız gereklidir…
Medenî Avrupalılar eski binalarını, eski evlerini, şehirlerinin tarihî bölgelerini titizlikle korurken bizler eskiye ait her şeyi yıktık, düzledik. Hattâ tarihî ecdat kabristanlarını bile ya park yaptık, yahut yerleşime açtık. Sadece İstanbul’un Üsküdar semtindeki Gizli Yahudilerin (Sabataycıların) mezarlığına dokunulmadı. İslâm mezarlıkları düzlenirken, o Yahudi mezarlığının bir karış toprağına, bir kabir taşına bile ilişilmedi. Acaba neden? Acaba neden?..
Popülist ve cahil politikacılar imar aflarıyla, imar hamleleri (!) ile tarihî İstanbul’u mahv u perişan ettiler. Eski güzel evler, konaklar, yalılar yıkılıyor, yerlerine zevksiz ve iğrenç beton binalar yapılıyordu.
İstanbul o hale geldi ki, şu onbeş milyonluk dev şehirde şu anda ancak üç Türk evi görebilirsiniz.Biri Boğaz köprüsünün Anadolu ayağı yakınındaki merhum Âsım Ülker’in bahçe içindeki tepe pencereli evi. Biri, Boğaz’da Boyacıköy’de merhum mimar Refik beyin Refik-âbad adlı meskeni, bir üçüncüsü de Üsküdar’da Şemsi Paşa semtindeki Tebhirhane sokağındaki tarihî hâne…
Devrimci veya devirici bir zihniyet sanki İstanbul’u bir Türk ve İslâm şehri olmaktan çıkartmak istemişti ve bunda da mimarlık ve şehircilik açısından başarılı olmuştu.
Mimarlığın babası Romalı Vitruvius binalarda üç ana hususun bulunması gerektiğini yazar: Sağlam olacak, kullanışlı olacak, güzel olacak…
Bir bina düşünün ki, çok sağlam ve çok kullanışlı, fakat güzel değil, o iyi bir bina değildir.
Mimarîde, binalarda güzellik ölçüleri nelerdir?
Öncelikle millî kültür, millî sanat, millî medeniyettir.
Sovyetler Birliği zamanında bile Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi Türk ülkelerinde yapılan binalarda o ülkelerin mimar çocukları eski kültürden, eski sanattan ilham almışlardır. Komünist rejim zamanında yapılan nice binada Türk-İslâm üslubundan renkler, çizgiler, şekiller görülür. Oralarda da, hiç şüphe yoktur ki, kızıl emperyalist sistem millîlikle, maziye bağlılıkla mücadele etmiştir ama tahribatta bizdeki kadar başarılı olamamıştır.
Binalar elbette sağlam ve kullanışlı olacaktır ama onların yüzlerinin, pencere ve kapılarının, saçaklarının da mutlaka güzel, sanatlı, değerli olması gerekir.
İspanyol mimarîsinde bile eski Endülüs tesirleri görülür. Bizdeki yeni mimarîde ise Türk ve İslâm tesiri görülmez.
Artık yabancılaşmış, yabancılaştırılmış Türkiyeliler eski Türk evlerini sevmiyorlar ve öyle evlerde oturmak istemiyorlar.
Avusturya, Almanya, Hollanda gibi medenî Avrupa ülkelerinde üç dört yüz senelik, hattâ daha eski binalarda oturuluyor.İçleri ve dışları tamir ediliyor, boyanıyor, gereken konfor ilâve ediliyor ve mesken olarak kullanılıyor. Avrupa’da geçirdiğim yıllarda böyle nice ev ve bina görmüşümdür. Balkonlarında, pencere kenarlarında rengarenk çiçekler bulunan şirin yapılar. Almanya’da, cephesinde “Anno 15..” yazan bir bina gördüğümü hatırlıyorum.
Türkiye’de son otuz kırk yıl içinde bir yapılaşma cinneti ve humması yaşandı, halen devam ediyor. Arsaya, araziye, yapıya, betona trilyonlarca dolar gömdük. Bu muazzam meblâğın yarısı sanayie, üretime, ziraat ve hayvancılığa, geleneksel el sanatlarının ihyasına harcanmış olsaydı, ülkemiz Japonya gibi kalkınmış olurdu.
Eskiye ait bütün güzellikleri yıktık, tahrip ettik, yerlerine çirkinlikler getirdik.
Apartıman yapılmasın demiyorum. Yapılacaksa yapılsın.Lakin apartıman binasının cephesinin, suratının (fasadının) mutlaka güzel olması gerekir. Yeni binalarda güzellik yok. Zevksiz zevksiz, ruhsuz ruhsuz beton binalar. Mâmur harabeler…
Beyoğlu’nda Tepebaş’ından yukarı çıktıktan sonra, İngiliz konsoloshanesinin bahçe arazisine bitişik kocaman bir bina vardır. Bir ara Beyoğlu adliye sarayı olarak hizmet vermiştir. İlk yapıldığında son derece ruhsuz ve çirkin olan bu bina, daha sonra yeniden ele alınmış, cephesi ve pencerelerine yeni bir şekil verilmiştir. Bu ikinci çehresiyle, çok güzel olmasa bile, gözleri eskisi kadar rahatsız etmiyor. Suratına bir renk, bir mânâ gelmiş bulunuyor.
Maalesef bozuk bir ideoloji, lisan ve edebiyatımızı mahv ve katl ettiği gibi mimarlığımızı ve şehirciliğimizi de yaktı yıktı.
Türkiye’deki bu mimarlık ve şehircilik katliamının sorumluları kimlerdir? Kendilerini Pembeler olarak sıfatlandırdığım bir zümredir. Onlar maalesef hâlâ Türkiye’ye hakimdirler.
Düşünebiliyor musunuz, bu zihniyet yıllar boyunca mimarlık fakültelerimizde “Cami Mimarîsi” dersleri verdirtmemiştir. Ülkeye biraz hürriyet ve demokrasi geldikten sonra halk yeni camiler yaptırtmış, fakat cami mimarîsindeki boşluk yüzünden, yeni yapılan İslâm mabetlerinin binde 999’u çirkin ve sanatsız olmuştur.
İstanbul’da Sirkeci tren istasyonu binasına bakınız. Denize bakan tarafta 1800’lerin sonlarında yapılmış anıtsal yapı görülür.Millî mimarîmize uymasa da onda bir sanat vardır. Yan tarafta bu binaya eklenen kısım bulunuyor. Tam bir rezalet ve kepazelik…
Unutmadan kayd edeyim: Sirkeci tren istasyonu binasının tarihî cephesinde, binanın bânisi Sultan İkinci Abdülhamid’in tuğrası varmış. Onu kazımışlar. Tuğranın altında altı satırlık bir kitabe yer alıyormuş. Onu kazımaya üşenmişler, üzerini sıva ile doldurup boyamışlar. O zihniyet… 12 Ekim 2005