Türkiye’yi Tehdit Eden Büyük Kopukluk
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 02 Ocak 2019
Cumartesi
Otomobilde şoförle yarenlik ediyoruz. Eşi başörtülü olduğu için öğretmenlik mesleğini icra edemiyormuş. Mecburen bir markette kasadarlık yapıyormuş. Bir gün şöyle bir vak’a olmuş. Müşterilerden biri alacaklarını almış, kasada başörtülü hanımı görünce marketin idarecisine gitmiş, “Lütfen benim için ayrı bir kasa açınız” demiş.
İdareci: “Efendim bakınız burada açık bir kasa var, hesabınızı orada ödeseniz…
–
demiş,
Müşterinin isteğini yerine getirmişler…
Biri açık, biri kapalı ve 40 yıldan beri yakın dost olan iki hanım bozuştular ve darıldılar. Aralarından su sızmayan, birbirlerine kardeşten daha yakın olan bu gün görmüş, tecrübeli, birikimli iki hanım niçin bozuştu? Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini hazm edemeyen açık hanım bir tartışma sonunda ipleri kopardı…
Bundan dört sene kadar önce dostlarımdan biri, başı örtülü hanımı ile Kadıköy taraflarında lüks beyaz eşya satan büyük bir markete gitmiş. Eşyalara bakıyorlar, dolaşıyorlar… Çağdaş bir hanım grubu, duyuracak şekilde:
şeklinde kin, nefret, aşağılama kokan laflar etmişler.
Üç örnek verdim. Bunlar hayal mahsulü değildir, yaşanmış, olmuş hadiselerdir. Maalesef toplumumuzda büyük bir kopukluk, kırıklık olmuştur.
Her ülkenin halkı arasında farklılıklar, başkalıklar çeşitlilik olabilir. Dünyada çoğulcu yapıya sahip büyük küçük hayli ülke bulunmaktadır.
Hindistan, çoğulculuk bakımından Babil Kulesi gibidir. Lübnan’da, eski Osmanlı tâbiriyle bir çok
bulunmaktadır. Mısır’da Müslümanlar ve Kıbtîler vardır. Büyük Britanya’da ingilizler, İskoçlar, Galler yaşar.
Bir memlekette birlikte yaşayan çeşitli unsurlar arasında mutlaka toplumsal barış, sosyal uzlaşma, içtimaî mukavele olması gerekir. Aksi takdirde krizler patlak verir, huzur bozulur ve toplum yapısı çürür.
Türkiye’de yaşayan çeşitli kesimlerin birbirlerini düşman olarak görmemeleri gerekir. Bu konuda dindar kesimin ve çağdaş kesimin çobanlarına, önderlerine, sözü dinlenir büyüklerine büyük vazifeler düşmektedir.
Türkiyelilerin birbirine düşman olmaması için gereken her şey yapılmalıdır. Halk kesimlerini kin ve nefrete düşürecek beyanlardan, kışkırtmalardan uzak durulmalıdır. Tenkitler yine olsun, hatta şiddetli bir şekilde bile olsun. Lakin savaş tamtamları çalınmasın, düşmanlık tohumları ekilmesin.
İspanya halkı ikiye ayrılmış, tarihî devamlılık taraftarlarıyla
birbirine düşman olmuştu.
hayli İspanyol öldü, perişan oldu. Cumhuriyetçiler 8 bin Katolik papazı katlettiler.
Çağdaş, ilerici, dinden uzaklaşmış kesim; çoğunluğu oluşturan Müslümanların temel haklarını, bu arada giyim, kuşam, başörtüsü hak ve hürriyetlerini kabul etmeli ve onlara bu konuda garanti vermelidir. Müslümanlar da, çağdaşların haklarını tanımalı, garanti vermelidir.
Merhum Turgut Özal zamanında bu derece kopukluk, düşmanlık, kin yoktu. Türkiye’de dindarlık da, başörtüsü de bir realitedir, bir olgudur… Açıklık, çağdaşlık da öyledir. Bunları olduğu gibi görmemiz icap eder.
Milyonlarca Müslüman kadın ve kızı açmak mümkün olmadığı gibi, milyonlarca açığı da kapatmak mümkün değildir.
Zorlama olmamak şartıyla açıklar herkesi açmaya çalışsınlar, bu yolda propaganda yapsınlar Müslümanların da, zorlama yapmamak, şiddete kaçmamak şartıyla tesettür için çalışmaya, herkesi örtmek için propaganda yapmaya hakları olmalıdır.
Zorlama ne demektir? Bu kelime ve kavram anca kanun ile, hukuk ile tarif edilebilir, sınırlandırılabilir.
Toplum baskısı sadece Müslüman dünyasında değil, her yerde vardır.
Salt Lake City’de yaşıyorsanız bu baskıyı bir realite olarak kabul edeceksiniz ve isteseniz de istemeseniz de buna mâruz kalacaksınız.
Kudüs’ün sofu Yahudilerin yaşadığı mahallelerinde onların baskısı vardır. Koyu Müslümanlık olan bölgelerde, şehirlerde, mahallelerde yaşayan kimseler oralardaki havaya uyum sağlamak zorundadır. Şiddet olmadıkça, maddî zorlama olmadıkça, hukuk diliyle
olmadıkça bu baskılar ahlâka, hukuka, kanuna, insan haklarına aykırı sayılmaz.
Son otuz yılda Müslümanlar çok acı tecrübeler yaşadılar ve törpülendiler.
Daha geçenlerde
“Müslümanların daha demokrat”
İspanya iç savaşının İspanya’ya ve İspanyollara hiçbir faydası olmadı… Aynı ülkede yaşıyoruz, aynı gemide yolculuk yapıyoruz. Birbirimizi sevmemiz, anlamamız gerekir. Sevemiyorsak bari düşmanlık etmeyelim.
Türkiye’deki bütün dedikoduların, zevzekliklerin, gelip geçici şeylerin iki rekat namaz kadar değeri yoktur. Yahut aç bir vatandaşa yedirilen ucuz bir yemek kadar. Toplumumuz, yazık ki, gırtlağına kadar, iliğine kadar dedikoduya batmıştır.
. Şu gazeteye bakınız: İşi gücü, asıl misyonu dedikodu üretmek, fitne fesat çıkartmak, ülkenin gerçek gündemini unutturup uyduruk ve düzmece bir gündem peşinde koşturmaktır.
Halk yığınları dedikodu mübtelası edilmiştir. Bazı gazete ve TV’ler, yayınlanmaya bile değmeyecek haberleri manşetten veriyor. Kapalı kapılar ardında ısmarlama senaryolar yazılıyor ve bunlar sahneye konuluyor.
Ünlü birini konuşturuyorlar. Ona bir şeyler söyletmek için bir sürü kasıtlı sorular… Teyp bandındaki kayıtlar çözülüyor. Yazının içinden cımbızla bir iki cümle seçiliyor. Bunlar çarpıtılarak manşet yapılıyor… Böyle gazetecilik olur mu?
Bizde maalesef İngiltere’deki
gibi ağır, ciddî, sorumlu, elden geldiği kadar objektif yayın yapan gazeteler kurulamadı.
Bunca dedikoduyla, halkın bu dedikodu merakıyla, fesat ve tezvir gazeteleriyle, fitnevizyonlarla Türkiye nasıl baş edecek?
Türban yasağını yerinde bırakmak isteyenler garip teorilerle karşımıza çıkıyor. Üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılırsa “Mahalle Baskısı” denilen şeyle bütün ülkede açıklara baskı yapılır ve herkes örtünmeye mecbur edilirmiş… Peki neymiş bu mahalle baskısı?.. Efendim yurdun bazı şehirlerinde bu baskı yüzünden lokantalar, pastahaneler, kahvehaneler Ramazan’da gündüz servis veremiyorlar, iş yerlerini kapatıyorlar, ancak iftardan sonra açıyorlarmış…
Bundan normal ve tabiî ne olabilir… Dinsizin, ateistin, Beyaz Türk’ün baskı yapmaya hakkı var da, Yeşil Türk’ün yok mu?
Âdil kanunlara aykırı olmamak, şiddet içermemek, küfür etmemek şartıyla propaganda yapmak, manevî yumuşak baskı uygulamak da bir hürriyettir.
Üsküdar Belediyesi bir ara içki satan lokantaları ve meyhaneleri bir “Kırmızı Sokakta” toplamak istemişti de, Beyaz Türkler baskı yaparak, ağır şekilde tenkit ederek bunu önlemişlerdi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, “Düşünceler, çok ağır, en şoke edici şekilde de olsa düşünce hürriyetine dokunulamaz…” şeklinde bir kararı vardır.
Dindar bir Müslümanın “Ramazan gündüzlerinde lokantalar açık olsun, her yere meyhane açılsın, içki verilsin…” demesini mi bekliyorlar?
Şu Beyaz Türkler ne garip mahluklar. Kendilerine yüzde yüz tam bir hürriyet istiyorlar; bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanlara o kadar geniş hürriyet tanımıyorlar. Hani, temel haklardan biri de eşitlikti.
Müslümanlar “Mahalle Baskısı” yaparmış…
Peki bu memlekette Masonlar “Mason Baskısı” yapmıyor mu?
Sabataycılar “Sabataycı Baskısı” yapmıyor mu?
Şucular “Şu Baskısı”, Bucular “Bu Baskısı” yapmıyor mu?
Müslümanlar da düşünce ve vicdan hürriyeti sınırları içinde gerekirse “Mahalle Baskısı” yapmak hakkına sahiptirler.
Şiddete başvurmamak, hakaret etmemek, âdil yasalara aykırı olmamak şartıyla…
Tesettür farz-ı ‘ayndır, her Müslümanın bu farzı yerine getirmesi ve bu mâruf (iyi, doğru, güzel) emir konusunda çalışması, propaganda yapması gerekir.
Bu memlekette İngiltere’de olduğu gibi geniş bir hürriyet olsa şöyle bir dernek kurulabilir:
“Tesettürü Desteklemek, Yaymak, Bütün Kadınların Örtünmesini Sağlamak Derneği”.
Vaktiyle Prof. Alemdaroğlu zamanında İstanbul Üniversitesinde, tesettürlü kız öğrencileri açmak için sorgulama ve baskı yapma odaları kurulmuştu. Biz Müslümanların, kadın ve kızları tesettüre davet için öyle baskı odalarına ihtiyacımız yoktur.
Zaten milyonlarca açık hanım ve kız, başlarını örtmek için uygun bir ortam beklemektedir.
Müslümanlar dinî emirlere severek, gönüllü olarak, candan ve samimî bir şekilde uyarlar.
Mahalle Baskısı dedikleri şey zaten dünyanın her yerinde var. Hindistan’da Mecusîlerin yoğun oldukları bir şehirde sokağın ortasına yatmış, geviş getiren bir ineğe saygısızlık yapabilir misiniz? Kışşt çekil oradan diye ayağıyla ineğe dokunan birini mutaassıp Hindular ne yapar?
Çeşitlilik, çoğulculuk, farklılık olan bir ülkede toplumsal mutabakat, sosyal barış ve içtimaî mukavele olması gerekir.
Zorla, cebren, kerhen, tehdit ederek, kanunsuz baskılar yapılmayacak… Onun dışında bütün propagandalar serbest olmalıdır.
Doğu veya Güneydoğu Anadolu’nun halkı dindar bir şehrinde Nehar-ı Ramazanda (Ramazan gündüzünde) sokakta sigara içerek yürüyen bir kimseye sert sert bakarlar. Bu bakışları yasaklamaya kimin hakkı vardır. Alenen oruç yiyene şefkatle, muhabbetle, dostlukla bakacak değiller a.
Beyazlar tesettürlü Müslüman kadınlara nasıl bakıyorsa, yeşiller de oruç yiyenlere öyle bakabilir.
Merhum Özal zamanında üniversitelerde başörtüsü (yüzde yüz olmasa da) serbestti. O zaman Mahalle Baskısı oldu mu?
1979’da veya 80’de ünlü Galatasaray Lisesi’nden beş başörtülü kız mezun oldu. Hattâ, kendilerine diploma veren müdürün elini sıkmadılar. Bunda ne anormallik var?
Asıl büyük anormallik, dünyanın bütün ülkelerinde (Fransa’nın resmî liseleri hariç) kolej ve üniversitelerde serbest olan başörtüsünü öcü gibi göstermek ve demokrasiye, insan haklarına, eşitliğe, insafa, vicdana, sağduyuya aykırı zorbalıklar ve zulümler sergilemektir.
Yazın sıcağı, kışın soğuğu, bazen ılık, bazen serin rüzgarlar esmesi ne kadar normal ve tabiî ise, bu memlekette İslâm’ın ve Müslümanların varlığı, tesirleri, sizin tabirinizle baskıları o kadar normaldir.
Alışmaya, katlanmaya çalışın. Siz yakın tarihimizde bu memleketin Müslüman halkının ensesinde çok boza pişirmiştiniz.
Kur’ân’a Uymak
Filan camide bir hafız efendi çok güzel Kur’ân tilavet ediyor ve dinleyenler mest oluyormuş… Bu Ramazan camiler dolup dolup boşalıyormuş… İftar ziyafetleri birbirini takip ediyormuş…
Eyvallah… Lakin işin esasını unutmuşa benziyoruz. Kurtulmak, ayakta kalmak, zilletten izzete, esaretten hürriyete geçmek istiyorsak sadece Kur’ân okumakla, dinlemekle, camiye gitmekle yetinmemeliyiz; Kur’ân’ın emirlerini, yasaklarını, öğütlerini tutmalıyız. Aksi takdirde ne kurtuluş olur, ne hürriyet, ne izzet.
Kur’ân sadece okunmak için gönderilmemiştir. Kur’ân’ı yaşamamız, hayatımıza uygulamamız gerekir.
Toplumumuz gırtlağına kadar Kur’ân’ın yasakladığı günahlara, isyanlara, fısk ve fücura, nifaka batmıştır. Bazı sofu geçinenlerimiz, dindar görünenlerimiz bile bid’atler içinde yüzüyor.
Bir tarafta tuzu kuru varlıklı Müslümanlar, üzerinde bir kuş sütünün eksik olduğu lüks sofralarda yiyip içiyor. Öbür tarafta aç Müslümanlar, Kızılay’ın dağıttığı bir kap yemek için sabahın 10’unda kuyruğa giriyor (Diyarbakır’da). Sosyal adaletsizliğin kasıp kavurduğu bir ülkede Sarı Hafızın okuduğu Kur’ân’ı dinleyip de ağlamak yeterli midir?
Müslüman Kur’ân’ı hayata uygulamakla mükelleftir.
Kur’ân’ın kesin emri gereğince Peygambere uymak zorundadır.
Allah sınırlar koymuştur. O sınırları çiğnememek zorundadır.
Yaş ve kuru, her konuda Kur’ân’ın bir öğüdü, işareti vardır. Bunları öğrenmeli ve hayata geçirmeliyiz.
‘Âbid, âqil, vicdanlı, muttaki, kerim, ahlaklı, faziletli, (nefsiyle cihad eden) mücahid, firasetli, basiretli, ölçülü, müdebbir, sabırlı, musalli Müslümanlar olmalıyız. Kur’ân nasıl olmamızı istiyorsa öyle olmak için çalışıp çabalamalıyız. 24 Eylül 2007