Perşembe

Geçenlerde ülkemizde uluslararası bir türkoloji kongresi yapıldı, tebliğler sunuldu, nutuklar atıldı. Yabancı türkologları sorumlu tutmam ama bizim türkologlarımızın üzerinde büyük vebal vardır. Çünkü:

(1) Başka ülkelerde olduğu gibi anadilimizin büyük ve küçük çapta mükemmel lügat kitapları yoktur. Fransa’yı ele alalım. Orada 10 büyük ciltlik bir Robert lügati vardır. Fransızca’da ne kadar kelime, terim varsa hepsi bu lügatta yer almakta, edebî metinlerden çıkartılmış misallerle açıklanmaktadır. Robert herhangi bir lügat değil, bir okyanustur. Fransa’da küçük boyda da lügat kitapları vardır. Petit Larousse, Petit Robert gibi. Küçük dediğime bakmayın, bunlar da bin küsur sayfadır ve altı punto hurufatla dizilmiştir. Her medenî ülkede böyle lügatlar var, bizde yok.

(2) Edebiyatımızın en az 10 ciltlik mükemmel bir tarihi de yazılmamıştır. Merhum Nihat Sami Banarlı’nın “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” yeterli değildir. Mükemmel bir edebiyat tarihi külliyatını doktorlar, mühendisler, iktisatçılar yazacak değildir. Bu iş türkologların, dilcilerin, edebiyatçıların işidir. Şâir Telâşî’nin Tâhir ile Zühre hikayesindeki edatlar üzerine inceleme gibi araştırmalar yazmakla iş bitmiyor. Yazılı ve edebî lisanı doğru dürüst lügat, edebiyat tarihi, gramer kitabı olmazsa biz medenî bir millet, ülke ve devlet sayılabilir miyiz?

(3) Yıllar geçiyor ve Fransız Deny’nin yazmış olduğu Türk lisanı gramerinden daha iyisini, daha mufassalını biz Türkler yazamıyoruz, ortaya onunkinden mükemmel bir dilbilgisi kitabı çıkartamıyoruz.

(4) Aklı başındaki bütün türkologlarımızın, bu milletin bin yıl boyunca kullanmış olduğu İslam-Kur’an yazısı üzerindeki yasağın kaldırılması için çalışması gerekir. 1927’de “Arabî Harfleri Terakkimize Mâni değildir” başlıklı bir kitap yazan Musevî profesör Avram Galanti kadar cesaretimiz, hamiyetimiz, ilmî haysiyetimiz yok mudur?

(5) Yakın tarihimizde lisanımız büyük suikastlara mâruz kalmış, Arapça ve Farsça menşeli onbinlerce türkçeleşmiş kelime devlet terörüyle atılmak, yasaklanmak suretiyle Türkçemiz zayıflatılmış, kuşa çevrilmiştir. Yeniden zengin bir ilim, irfan, kültür, edebiyat, sanat diline sahip olmak için ne yapmamız gerekiyor? Lisanını bu asrın başlarında zenginleştirmeye, geliştirmeye başlayan Fince’de bile 200 bin kelime varken, bugünkü Türkçe’nin lügat hazinesinin 20 binin altına düşmesi ayıp değil midir? Yerli türkologlarımız niçin gerçekleri cesaretle haykırmıyor?

Bu Kafayla…

İki köylü ailesine 10’ar milyar lira para verilse, bunları istediğiniz gibi harcayın denilse. Birinci aile bu parayla önce ucuz bir otomobil alsa, sonra evlerine ilave bir bölüm yaptırsa, askerden gelmiş olan oğulları için düğününü yaptırsa, geriye kalan ile de eve biraz elektronik eşya, lüks bir televizyon falan alsa. İkinci aile ise bu parayı ziraî (tarımsal), hayvancılıkla ilgili sahalara yatırsa. Bahçesine yirmi arı kovanı koysa, oğullarından birini üç aylık bir kursa gönderip çiçekçilik ve fidancılık işine başlasa. Bu iki aileden hangisi hayırlı, iyi, faydalı, isabetli hareket etmiş olur? Elbetteki ikincisi. Maalesef şu anda bizde birinci zihniyet hâkimdir. Şehirlere yakın arazisi olan bazı köylüler tarla satıyor, ellerine hayli para geçiyor ve bu zenginliği ziyan ediyor. Elindeki kapitali üretim işlerine yönlendiren tek adam görmedim. Herkesin aklı fikri beton binada, otomobilde, kızını oğlunu lüks ve gösterişli bir şekilde evlendirmekte, yiyip içmekte, saçıp savurmaktadır. Bu yüzden binlerce köyde artık tarlalar ekilmiyor, bahçecilik ve sebzecilik yapılmıyor. Hayvancılığımız öldüğü için her yıl dışarıdan binlerce ton domuz eti getirtilip şu Müslüman halka yediriliyor. Yeni yetme köy kızları, tarla ve bahçe işlerinde çalışmak istemiyor, evlenecekleri gençlerin mutlaka şehirlerde iş bulmasını şart koşuyor.

Köylerde geleneksel el sanatları bitmiş gibidir. Bundan otuz yıl önce Şile ve civarı köylerinde el dokuması bez üretimi yaygındı. Şimdi hiçbir tezgah kalmadı. Köy kadınları ve kızları enayi mi ki, göz nuru dökerek el tezgahlarında bez dokusunlar.

Benim çocukluğumda köy kadınları çok hamarattı. Bir saniyeleri boş geçmezdi. Tarlalarda, bahçelerde harıl harıl çalışırlardı. Yazdan kışa meyve ve sebze kuruları, tarhana, ev işi makarna ve erişte, pestil, pekmez hazırlarlardı. Bütün bu işlerin yanında; kendi tarlalarında ektikleri ketenleri eğirip iplik yaparlar, tezgahlarda kumaş dokurlardı. Şimdi bütün bunlar tarihe karıştı. Ahlâksız politikacılar birtakım ürünlere teşvik primleri vererek halkın ahlâkını bozdular. Şimdi bütün köylerde elektrik var ama elektrikle çalışan tek tezgah yok. Bütün yollar asfaltlandı ama o yollardan ziraî ve hayvanî ürünleri taşıyan kamyon ve kamyonetler geçmiyor. Küçük köylerde en az bir kahve ve bir bakkal dükkanı bulunuyor; büyücek köylerde bir sürü kahve ve bakkaliye mevcut. Herkes oturup keyfeten tüketmek istiyor. Çalışma azmi, şevki, hırsı kalmadı. Orman köylüleri orman keserek odunculukla para kazanmaktan başka bir şey bilmiyor.

Türkiye’yi bu hale getiren namussuz, alçak, rezil, arivist, şarlatan, demagog, oy avcısı, soytarı, bayağı, pespaye politikacıların, eğitimcilerin, idarecilerin Allah belâsını versin:

Genç bir köylüye tarla, bahçe, hayvancılık, çiçekçilik, el sanatları sahasında çalış deseniz, “Kesinlikle çalışmam, bir fabrikada iş bulup orada sigortalı çalışacağım. Şehre yerleşip orada yuva kuracağım” cevabını veriyor. Elbette istisnalar vardır ama kuralı bozmazlar.

Benim bu bahsettiğim durum Kocaeli yarımadasında İstanbul’a yakın yerler için geçerlidir. Diğer bölgeleri tanımıyorum. Rahmetli Adnan Kahveci üç bin köyü dolaşmıştı. İmkanım elverse ben de dolaşmak görmek isterim.

Girişimcilik yok, azim ve sebat yok, hırs ve şevk yok… Tabiî ki, bu gibi kimseler çalışmazlar. Peki ne yapmak lazım? Benim çözümüm şöyle: Yüz kişiden 99’unu tembel ve azimsiz farzedelim, bunların içinde sadece bir kişinin hırslı, şevkli, çalışkan, becerikli olduğunu sayalım, işte bu yüzde bir adamı bulmak, ona imkân temin etmek, sermaye kredisi vermek ve üretmesini, zengin olmasını, harıl harıl çalışmasını gerçekleştirmektir. Ülkenin bugünkü idare şekliyle; siyasetçilerin, bürokratların, aydınların, eğitimin, medyanın, Diyanet teşkilatının bugünkü zihniyeti ve seviyesi ile bu yüzde birleri bulup ayırmak, onlara sermaye ve eğitim vermek imkansız denecek kadar zordur.

Güney Kore, Taiwan, Singapur ilerleyip dururken, biz battıkça batıyoruz. 19 Kasım 1999