Perşembe

Hazret-i Ebûbekir Halife seçilir, İslâm Ümmetinin ve devletinin başı olur. Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sında şu satırları okuyoruz:

“Hazret-i Ebubekir

ticaretle geçinirken, açıkladığımız şekilde

halife olduğunun ertesi günü sabahleyin, eskiden yaptığı gibi omuzuna bir takım bezler

(kumaşlar)

alıp, satmak üzere pazara giderken yolda Haz. Ömer’e ve Hz. Ubeyde’ye rast gelir.

“Ne yapıyorsun ey Ebabekir? Müslümanların işleri ve idaresi sana verildi…”

dediklerinde,

“peki ben çoluk çocuğumu nasıl besleyeceğim?”

cevabını verince

“Biz sana, Müslümanların mallarından

(maliyesinden)

günlük nafaka

(geçim parası)

takdir ederiz”

dediler ve Eshab-ı Kiram’ın ittifakıyla

(oybirliği ile)

günde yarım koyun, yazlık ve kışlık olmak üzere senede iki kat elbise ve yılda iki bin dirhem nakid gümüş tahsis kılındı,

Hazret-i Ebubekir

“Bunu çoğaltınız. Benim ailem var. Onları geçindirmek için yaptığım ticarete mani oldunuz”

deyince, beş yüz dirhem ilave olunarak iki bin beş yüz dirheme çıkardılar.”

(C.1, s. 301-2. Bedir Yayınevi baskısı)

Yine Kısas-ı Enbiya’dan:

Son derece takvalı, adil, dindar, faziletli bir devlet reisi olduğu için insaflı kişilerin kendisine

“Hulefa-i Râşidîn’in beşincisidir”

dedikleri

Ömer İbn Abdülaziz,

saltanatlarının ve yiyimlerinin elden gideceğinden korkan birtakım Emevîler tarafından zehirlenmiş ve ölüm yatağına düşmüştür. Kısas-ı Enbiya’da şöyle anlatılıyor:

“Kayın biraderi Mesleme İbn Abdülmelik,

onun iyadetine

(hasta ziyaretine)

vardı. Ömer’in sırtında kirli bir gömlek vardı. Kızkardeşi

(ve Ömer İbn Abdülaziz’in hanımı)

Fatıma’ya,

“Emirülmü’mininin esvabını yıkayınız”

diye tenbih etti. Ertesi gün geldiğinde gördü ki, gömleği yıkanmamış. Fatıma’yı:

“Ben size ‘gömleği yıkayınız’ diye emr etmemiş miydim”

diye azarladı. Fatıma:

“Vallahi bundan başka gömleği yok ki, onu giydirelim de bunu yıkayalım”

dedi.”

(C. 1, s. 720)

Kısas-ı Enbiya’da, İslâm’ın büyük kahramanı yüksek ahlâklı ve faziletli

Sultan Selahaddin Eyyubî

‘nin ölümü şu satırlarla anlatılıyor.

“Sultan Yusuf Selahaddin İbn Eyyûb,


Şam şehrinde yaşı elli yediye yaklaşmış olduğu halde 589

(hicrî)

senesi Safer ayının 27’nci çarşamba günü sabah namazından sonra beka alemine

(daimî olarak kalınacak yere)

yürüdü. Saltanatının müddeti 24 sene kadardır.

Namazı vaktinde ve cemaatle kılardı.

Fıkıh okumuştu ve ekseriya hadis-i şerif dinlerdi. Cömert, keremli, sabırlı, yumuşak huylu ve alçak gönüllü idi.

Kısacası o yüksek ve güzel ahlâk sahibi şanlı bir sultan idi.

Vefatından sonra Mısır, Suriye ve diğer İslâm ülkeleri ağladı.

Şam halkı nice günler matem eyledi.


Büyük oğlu ve veliahdı olan Melik Efdal Nurüddin Ali, tahta cülus etti

(çıktı)

ve üç gün üç gece camiye kapanıp matem tuttu.”

(Cilt 2, s. 366)

Başka bir tarih kitabında okumuştum:

Selahaddin Eyyubî hazretleri vefat edince başveziri Şam sokaklarında dellal gezdirmiş ve halka şöyle hitap ettirmiş: “Ey ahali! Bilmiş olunuz ki, Mısır’ın, Sudan’ın, Suriye’nin, Hicaz’ın, Filistin’in ve daha nice ülkelerin sultanı olan Selahaddin vefat etmiştir. Geriye bıraktığı terekesinden

(mirasından)

cenaze masraflarına yetecek para çıkmadığı için bu masrafların bir kısmı dostları tarafından karşılanmıştır.”

Evet hakikî halifeler, sultanlar, hükümdarlar yukarıda anlattığım gibi olur.

Hazret-i Ebubekir önceleri zengin bir insandı.

Varını yoğunu Allah yolunda harcanması için Resulullah’a vermiş ve

sonunda pazarda seyyar satıcılık yaparak çoluk çocuğunu geçindirecek duruma düşmüştür.

Bu zat Peygamberin

‘Salat ve selam olsun O’na)

irtihalinden sonra Halife oluyor ve ertesi sabah yine kumaş ve bez toplarını omuzuna alıp pazarın yolunu tutuyor…

Ömer b. Abdülaziz saltanat sahibi oluyor,

ölüm döşeğinde kirli gömlekle yatıyor. Gömleği yıkayınız diyorlar. Nasıl yıkasınlar ki, ikinci bir gömleği yoktur. Kaç ülkenin sultanı olan Kudüs’ün şanlı fatihi

Selahaddin ölüyor ve terekesinden cenazesini kaldırmaya yetecek para çıkmıyor.

Müslümanlara, yukarıda anlattığım üç menkibe ve başkaları anlatılmalı ve bütün Ümmet-i Muhammed ibret almaya, intibaha çağrılmalıdır. Resul-i Ekrem Efendimiz vefat ettiklerinde geriye altın veya gümüş hiç para bırakmamışlardı. Sadece birkaç şahsî eşyası, ailesinin ve fakir Müslümanların beslenmesini temin eden bir miktar koyunu ve devesi kalmıştır.

Para ve mal hırsı ve sevgisi ile İslâm bağdaşmaz.

Bir kalpte, en ulvî şey olan imanla, sufli ve necis para aşkı nasıl birlikte bulunabilir?

Tarih boyunca Müslümanların belini büken en olumsuz şey para ve mal sevgisi olmuştur. Elbette ticaret, ziraat, üretim yapılacak, hizmet verilecektir. Baksanıza, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olan

Hazret-i Ebubekir Sıddıyk

bile sabahleyin omuzuna bezleri alarak pazara gidiyor, çoluk çocuğunun nafakasını helâl şekilde temin etmek için ticaret yapıyormuş.

Ticaret, ziraat, sanayi işleri yapılacak ama para ve mala tapılmayacak. Para kazanmak için her halt yenmeyecek. Allah Kur’an’da

“Ticaretin

(şer’î kurallara uymak, uyulmak şartıyla)

helâl olduğunu, ribanın ise haram ve yasak olduğunu”

açıkça bildiriyor.

Kendilerini Müslüman, sofu olarak gösterdikleri halde bazı kişiler devletin ve belediyelerin bütçelerini yağmalamak, hortumlamak için bin türlü dalavere çeviriyorlar. Bunlar nasıl Müslümanlardır?

Yakın tarihimizde birtakım iktidar adamları, aileden kalma hiçbir meşru servetleri olmadığı, hiçbir ticaret yapmadıkları halde, hiçbir mal üretmedikleri halde nasıl oldu da, öldüklerinde dünyanın en zengin ve maldar kişileri olarak ahirete göçtüler?

Toplumumuzu para ve mal hırsı, pençesine almıştır. Para ve zenginlik en büyük değer ve ölçü haline gelmiştir.

Parası olmayan dindar, bilge, faziletli kişi hakir görülüyor, parası olan alçak ve sefihler el üstünde tutuluyor.

Para iyi bir hizmetçi, kötü bir efendidir… Çoğumuz ne yazık ki, parayı kendisine efendi kılmıştır.

Paraya, mala, zenginliğe tapan, bunları elde etmek için her haltı yiyen insanlara hür ve haysiyetli vatandaşlar demek mümkün müdür? 11 Ağustos 2006