Çarşamba

Müslümanlar İran’ı Hazret-i Ömer radiyallahu anh zamanında,

Ashab’ın büyüklerinden

Sa’d ibn Ebi Vakkas’ın kumandanı olduğu 34 bin kişilik bir ordunun Kadisiye’de yaptığı ve galip geldiği savaştan sonra feth etmişlerdir.

İran kumandanı Rüstem’in

ordusunda

120 bin nefer

olup,

bunların 30 bini, ayrılıp dağılmamaları için zincirlerle birbirlerine bağlı idi.

Rüstem ordusunda filler de vardı, kocaman cüsseleriyle görenlere dehşet veriyordu.

Rüstem ordusunu kondurdu, askerine savaş vaziyeti verdi.

Birliklerini muayene ederken, nehrin karşısındaki, İslâm ordusunun öncü kuvvetleri kumandanı

Zühre

ile konuştu. Ona tatlı dille:

“Siz Araplar bizlerin komşususunuz. Öteden beri darlığa düştüğünüzde bize başvururdunuz, biz de size ihsanda bulunurduk”

diyerek, yine bir şeyler vermek karşılığında sulh yapılmasını teklif etti.

Zühre:

“Biz buraya dünyalık talebi için gelmedik. Daha önce bizim halimiz gerçekten senin dediğin gibiydi. Sonra Yüce Allah bize Peygamber gönderdi. Bizi Hak Din’e çağırdı. Biz de ona iman ettik ve davetini kabul ettik. Şimdi bu dini insanlara tebliğ ediyoruz. Bu hususta bize nusret

(ilahî yardım ve zafer)

vaad edilmiştir”

cevabını verdi.

Rüstem:

“O hak din nedir?”

diye sorunca

Zühre

“Bu dinin esası Kelime-i Şehadet’tir. İnsanları yaratılmışlara ibadet ve kulluk etmekten, Hakk’a ibadet etmeye çevirmektir. Siz bu hususta kardeşsiniz, zira hepimiz Adem ile Havva’nın çocuklarıyız”

dedi.

Bunun üzerine Rüstem:

“Biz bu dini kabul edersek dönüp gider misiniz?”

diye sordu. Zühre:

“Vallahi döneriz…”


diye cevap verdi.

Rüstem, karargâhına döndü, Fâris’in

(İran’ın)

ileri gelen kumandanlarını ve adamlarını toplantıya çağırdı, Zühre’nin sözlerini onlara söyledi. Onlar kesinlikle karşı çıktılar. Rüstem, nasıl olursa olsun işi barış ile bitirmek istediğinden

Sa’d ibn Ebi Vakkas’a elçi gönderip görüşmek için birini vazifelendirmesini

istedi. Sa’d,

Reb’i İbn Âmir’i gönderdi.

O da zırhını giyip, kılıcını kuşanıp, atına binerek Rüstem’in ordusuna vardı.

Rüstem, çadırında altın yaldızlı bir taht üzerine oturmuş, sırma işlemeli yastıklara yaslanmış ve etrafına sırmalı yaygılar ve döşekler yayılıp serilmiş olduğu halde Reb’i onun yanına doğru gitti ve atının ayağı döşemeler üzerine basınca

“in!”

denilmekle indi. Atını bağladı, hayvanın çuluna büründü ve kargısına

(mızrağına)

dayanarak o süslü ve altın yaldızlı döşemeleri çiğneyerek Rüstem’e doğru yürüdü, yerde toprak üzerine oturdu.

“Bize göre, sizin bu süslü ve şatafatlı döşemeleriniz üzerine oturmak caiz değildir”

dedi.

Rüstem, tercüman vasıtasıyla:

“Buraya gelmenize sebep nedir?”

diye sordukta Reb’i

: “Bizi Allah gönderdi. Ta ki, kullarımı dünyanın darlığından genişliğe çıkartalım ve batıl dinlerin cevr ve zulmünden onları kurtaralım, İslâm adaletini hakim kılalım…”

dedi.

Rüstem bu hususu müzakere etmek için mühlet istedi.

İslâm elçisi üç gün mühlet verdi.

Rüstem bu müddeti az buldu, daha fazla zaman istedi. Elçi

“Peygamberimizin sünneti üç gün mühlettir. Bu müddet içinde düşün.

Ya İslâm dinini seç ve kabul et. Böyle yaparsan biz sizi ve toprağınızı terk eder gideriz. Yahut cizye vermeyi seç

(Yani Müslüman olmayanlardan fert başına alınan vergiyi ödemeyi kabul et),

biz bu şartı da kabul ederiz ve gerektiğinde sizi koruruz. Yahut dördüncü gün cenge hazır ol. Ben bu mühlet ve söylediğim şartlar konusunda arkadaşlarıma kefilim” dedi ve döndü.

Ertesi günü, İranlıların üzerine İslâm tarafından başka bir elçi geldi. İran ileri gelenleri onun hakkında da hor ve hakir görücü laflar ettiler.

Üçüncü gün, İslâm ordusu kumandanı

Sa’d

hazretleri

Mugire İbn Şu’be

yi elçi olarak gönderdi. Rüstem, mühletin bu son gününde diğer günlerden daha fazla haşmet ve debdebe sergiledi. Çadırından bir ok atımı mesafeye kadar yerlere kilimler ve güzel döşemeler döşetti, ordu kumandanlarına ve maiyetine som sırma rubalar

(üniformalar)

giydirmiş idi.

İslâm elçisi Mugire ise bir yırtık gömlek ile Rüstem’in çadırına vardı ve onun yanına oturdu. Hemen onu tahttan indirdiler ve kendisine başka bir yer gösterdiler.

Bu muamele Mugire’nin canını sıktı ve dedi ki :

“Ben sizin gibi sefih

(beyinsiz)

bir toplum görmedim. Biz Müslümanların bazısı, bazısını kul edinmez. Sizi de öyle sandım. Bazınız bazınızın rabbi olduğunu bana haber vermeli idiniz. Ben size kendiliğimden gelmedim. Siz beni davet ettiniz… Şimdi anladım ki, siz mağlup olacaksınız, çünkü bir ülke, bu tutum ile ayakta durmaz.”

İranîlerin bir kısmı

“Vallahi bu Arap doğru söylüyor”

dediler. Yüksek tabaka güruhu ise:

“Bu herif, ortaya kullarımızın, kölelerimizin, hizmetkârlarımızın meyl edeceği bir söz attı…”

diyerek tedirgin oldular, kederlendiler.

Rüstem söze başlayarak, İran devletinin saltanatının şanından ve büyüklüğünden, Arab’ın küçüklüğünden ve şanssızlığından bahs etti,

“Kumandanınıza güzel bir elbise ve bir de katır verelim, ayrıca bin dirhem para; askerlerinizin her birine birer yük hurma verelim ve dönüp gidiniz, sizi öldürmek istemiyoruz…”


dedi.

Mugire şu cevabı verdi:

“Biz önceleri dediğiniz gibi son derece kötü bir durumda idik. Lakin bu dünya bir nöbetleşme ve dönüşüm âlemidir.

Sizler Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü eda etmediğiniz için ahvaliniz bozuldu; bize ise Cenab-ı Hak bir Peygamber gönderdi, biz ona uyduk, kötü hallerimiz iyiye dönüştü.”

dedi ve diğer elçiler gibi onu ya İslâm’ı kabul etmek, yahut cizye vermek yahut savaşmak şıkları arasında muhayyer bıraktı

(bu üçünden birini seçmesini istedi.)

(Yukarıdaki bilgileri Ahmed Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa adlı

kitabından aldım.)

İranlılar, Müslümanların üç teklifinden biri olan savaşı kabul ettiler, sonunda fena halde yenildiler, orduları bozuldu, devletleri yıkıldı. Bakınız: İlk Müslümanlar, Peygamber’den aldıkları ilham ve ondan öğrendikleri ile karşı tarafa üç teklifte bulunuyorlar:

Birinci teklif:

Hak din olan

İslâm’ı kabul

ederseniz bizim kardeşimiz olursunuz. İslâm’ı samimiyetle uygulamanız ve yaşamanız şartıyla sizi bırakır ve döneriz.

İkinci teklif:

Bunu kabul etmez, eski dininizde kalmayı yeğlerseniz, bizim hakimiyetimizi kabul edersiniz, İslâm devletine

“cizye”

denilen bir vergi ödersiniz, biz gerektiğinde sizi koruruz.

Üçüncü teklif:

İslâm’ı da, cizyeyi de kabul etmezseniz geriye

savaş

şıkkı kalır.

Bazı İslâm düşmanları cizyeyi ağır bir vergi gibi göstermeye yelteniyorlar. Değildir. Osmanlı devletinin kuruluş devrinde Balkan yarımadasındaki nice Hıristiyan ahali kendi istekleri ile Osmanlı idaresine geçmek istemişlerdi. Çünkü Hıristiyan devletlerin ve prensliklerin vergileri ve halka yüklediği mükellefiyetler çok ağırdı; Osmanlı İslâm devletinin aldığı cizye ise onlara nisbetle hafif idi.

İslâm dar mânada bir din değildir, bir dünya barışıdır.

Batı medeniyeti fen, teknik, maddî icadlar ve keşifler bakımından çok gelişmişmiş…

Bağdatlıya, Beyrutluya, Gazzeliye sorunuz: “Saatte üç yüz kilometre yol alan hızlı trenlerle seyahat edeceksin ama başına da bombalar inecek… Saatte 80 veya 100 kilometre yol alan biraz geri trenlerle seyahat edip barış, güvenlik, huzur, korkusuzluk, adalet içinde mi yaşamak istersin; yoksa hızlı trenli, bombalı, napalmli, işkenceli, sömürücü, öldürücü bir medeniyetin bayrağı altında mı yaşamak istersin? Tercihini yap!..”
24 Ağustos 2006