Cumartesi

 

Türkiye’nin başına gelen felaketlerin ana sebeplerinden biri de, halkımızın üretmeden tüketen tembel bir toplum haline gelmiş olmasıdır. Örnekler vererek açıklayayım:

(1) Kocaeli yarımadasındaki bir orman köyü. Tarlalar ekilip biçilmiyor, bahçelere bakılmıyor, doğru dürüst bostan bile yapılmıyor. Devlet her yıl her köylü ailesine ormandan bir bölümü (makta) kesme hakkını vermiş. Kesile kesile orman kalmamış. Herkes ümidini ağaç kesmeye bağlamış. Artık buğday ekilmiyor, fazla hayvancılık yapılmıyor. Eskiden ormanları kesmek yasakken bu bölge köylüsü her şeyi ekip biçiyormuş, kendi ihtiyaçlarını temin ediyormuş. Şimdi ekmeklik öğütülmüş un dışarıdan geliyor. Köylünün ahlâkını kimler bozmuş? Tabii ki, ahlâksız ve demagog politikacılar. Oy almak için popülizm yapmışlar. Köylüdeki ekmek, biçmek, üretmek azmi köreltilmiş. Evlerdeki el dokuması tezgahları kırılıp atılmış. Herkesin aklı fikri eski evini yıkıp beton ev yapmak, otomobil almak, giyinip kuşanmak, iyi yaşamak. Peki üretmeden bunlar nasıl olacak? Birkaç sene öncesine kadar gençler yakındaki şehirlerde bulunan fabrikalarda çalışıyormuş. Kriz dolayısıyla o da bitmiş.

(2) Beyazıt meydanında Ermenistan’dan madamlar geliyor, sergi açıyor, üçbeş dolar ekmek parası çıkartmaya çalışıyor. Bizim halkımız genellikle böyle işler yapmıyor. Yapanlar çok az. Ahlâksız, şarlatan, demagog, vicdansız politikacılar uzun yıllar boyunca devletin memur ve işçi kadrolarını şişirdikçe şişirdiler. İşe adam almadılar, adamlara iş uydurdular. Milyonlarca vatandaş asalaklığa alıştı.

(3) Kötü yönetim rüşveti, avantayı, kokuşmayı dolaylı şekilde teşvik etti. Adamın aylığı dört yüz milyon lira, harcaması dört milyar lira. Bu değirmenin suyu nereden geliyor? Ünlü politikacılarımızdan biri “Benim memurum işini bilir…” demişti. İşte Türkiye böyle battı.

(4) Birkaç yıl önce okumuştum. Türkiye bal üretiminde dünya altıncısıymış. Üretilen bal mıdır, şeker midir? Hakikî bal, arıların çiçeklerden topladıkları şekerli üsarelerden meydana gelir. Bizde neler yapılıyor: Herif gizli bir atölye kuruyor, kazanlarda bal kıvamında şeker şerbeti yapıyor. İçine bal rengi boya atıyor, kimyevî bal esansı koyuyor ve kavanozlayıp piyasaya sürüyor. İkincisi: Arı kovanlarının yanına içi şeker şerbeti dolu leğenler konuyor, arılar bu şerbetleri alıp alıp peteklerini dolduruyor. Bunun adı da sözde bal. Piyasada bir kavanoz hakikî, yüzde yüz tabiî, katışıksız bal aradım, bulamadım da Fransa’dan getirtmek zorunda kaldım. Elbette böyle bal vardır ama kim, nerede üretiyor, nasıl bulacağım? Sahtekârlık ruhumuza işlemiş.

(5) Toprak bir hazinedir. Ziraat yapmak, hayvancılıkla uğraşmak, arıcılık, çiçekçilik ve daha bir sürü faaliyet yapılır toprakta ve bunların sonucunda çalışanlar da, ülke de zengin olur. Gel gelelim ki, bizde milyonlarca insan çalışmak, yorulmak, ter dökmek istemez. Toprakları boş duran bir bölgede, “Şurada gizli bir define varmış, küp küp altın gömülüymüş” deseniz insanlar çılgın gibi oraya koşar ve kazmaya başlarlar. Be adamlar şu toprağı işleseniz, asıl define bu işlemektedir, niçin idrak etmiyorsunuz?

(7) Taiwan’da her ev bir atölye imiş. Evin bir köşesinde bir şeyler üretilir, satılırmış. Bizde, sıkıntı çeken bir vatandaşa, evinin bir köşesinde şu işi yap da para kazan deseniz öfkelenir, tenezzül etmez, zoruna gider.

(8) Kaç kere yazdım: İngiltere’de yayınlanan bahçe ve kır evi dergilerinde ilanlar var. Yunanistan’ın Girit adasında pişmiş topraktan yapılmış küpler, saksılar ve diğer eşya ilanları. Komşumuz toprağı pişiriyor ve İngiltere’ye satıyor. Bizde niçin böyle şeyler yapılmıyor?

(9) Şile civarında denize bakan bir köyün tarlaları, bahçeleri zenginlere satılmış, oralara villalar yapılmış. Peki köylülere ne olmuş? Onlar mülklerinden aldıkları iyi paraları har vurup harman savurmuşlar. Kimi oğlunu kızını evlendirmiş, kimi otomobil almış, kimi eski evini yıkıp beton ev yapmış. Şimdi zenginlerin villalarında hizmetçilik, bahçıvanlık gibi işler yapıyorlarmış. Aldıkları paraları verimli işlere yatırmış, üretmiş olsaydılar zengin ve müreffeh (refahlı) olacaklardı, sürünmeyeceklerdi. Herkesin güzel bir evi olsun, otomobili olsun, herkes iyi yaşasın, iyi yesin içsin, zevk ü sefa sürsün… Anladık da bunlar nasıl olacak? Çalışmadan, üretmeden, yorulmadan, terlemeden olur mu?

Halkımıza, genç nesillere ahlâk ve karakter terbiyesi verilmediği için, zenginleşen, iyi para kazananlar şaşırıyor, azıyor, dağıtmaya başlıyor. Herif bir milyon dolar kazanıyor ve hemen bu parayla bir sitede lüks bir köşk alıyor. Sermayeyi köşke bağlıyor, nakit parası kalmadığı için yüksek faizle kredi almak zorunda kalıyor ve iflas ediyor. Bu adama, sermayesini muhafaza etmesi gerektiğini kim anlatacaktı?

Türkiye’nin yüz kadar geleneksel sanatı vardır. Bunların ancak onu yaşıyor, diğerleri ya ölmüş, ya can çekişiyor. Bu doksan sanat canlandırılsa, üretilen ürünler öncelikle turistlere satılsa veya ihraç edilse ne iyi olur. İyi olur da bu işi kim yapacak? Devlet yapamaz. Çünkü bu iş için bütçeden ayrılacak fonu yiyiciler, hırsızlar, hortumlayıcılar deve ederler.

50’li, 60’lı yıllarda İstanbul’da yazmacılık sanatı veya zenaati yaşıyordu. Vapurla Çengelköy’e giderken Kuzguncuk civarında bir arsada denizde yıkanmış, iplere serilmiş bir sürü rengarenk yazma görürdüm. Bu sanat niçin öldü?

İran’dan, başka ülkelerden Türkiye’ye bol miktarda renkli cam eşya, lambalar, fanuslar geliyor. Fiyatları da çok ucuz. Bizim cam sanatımız çok sönük. Niçin?

Japonya’da, Kore’de, Taiwan’da işçiler, memurlar o kadar sıkı ve yoğun çalışıyorlarmış ki, arada bir onları “yumuşama” odalarına alıyor, bir fincan çay ve kahve içirerek biraz dinlenmelerini, kendilerine gelmelerini sağlıyorlarmış. Bizde genellikle bütün işler aheste aheste yapılır, laçkalık iş hayatına hakimdir. Geçen sene bir belediyenin yedi işçisini küçük bir kaldırım tamiri esnasında görmüştüm. İkisi eğilmiş çalışıyordu, beşi ağızlarında sigara, bir elleri ceplerinde asalak asalak dikilmiş bakıyorlardı.

Halkımız eskiden bu kadar tembel, lüpçü değildi. Kırsal kesimde bütün yaz boyu çalışılır; ekmeklik buğday, mısır ekilir; nohut, fasulya, mercimek, börülce, darı üretilir; erişte kesilir, sebze ve meyve kurutulur, turşu kurulurdu. Köy meydanında kazanlar kaynatılır pekmez yapılırdı. Uzun tahtalar üzerinde pestiller kurutulurdu. Şimdi bu üretim, bu çalışkanlık, bu azim yok. Yıllar boyu zenginiyle, fakiriyle, kentlisiyle köylüsüyle devleti yiye yiye bitirdik. Şimdi iyot gibi açıkta kaldık.

O kadar zor değil, birkaç aydın, birkaç namuslu gazeteci Güney Kore’ye, Taiwan’a, Singapur’a gitsinler, o ülkelerde halkın nasıl arı gibi çalıştığını görsünler, resimler çeksinler ve Türkiye’ye dönüp röportajlar yayınlasınlar, broşürler bastırsınlar; bunlar yüz binlerce nüsha yayılsın, halka okutulsun. Belki ibret alan yüzde iki nisbetinde bir zümre çıkar, bu da bizim nüfusumuza nisbetle bir milyonun üzerinde olur ve hayırlı bir değişiklik meydana gelir.

Gençliği, halkı, köylüleri, ev kadınlarını üretken olmaya teşvik etmek lazım. Onlara, yapabilecekleri işleri öğretmek lazım. Bu tembellikle, bu israf ile, üretmeden tüketmek deliliği ile her geçen gün biraz daha batacağız.

Şu halkta kuş kadar akıl olsa, ithal malı muz yemez, ithal sigara içmez, Coca Cola tüketmez.

Ne günlere kaldık! Patates, mercimek, bulgur, makarna gibi ucuz fakat besleyici gıda maddeleri bile yeteri kadar yenmiyor. Bazıları bu ucuz ve sağlıklı besin maddelerini tüketmekten utanıyor. 06 Ocak 2002