Büyük Millet Meclisi Küsüsüne çıkan muhalif bir milletvekili:

– Muhterem bakan beyefendinin lütuf buyurup mesele konusunda Meclis’i ve milleti arz ettiğim şu konuda aydınlatmasını ve sorularımı cevaplandırmasını saygılarımla talep ediyorum…

Bakan bey kürsüye çıkar:

– Muhterem milletvekili beyefendiye çok teşekkür etmekle birlikte meseleyi yanlış anlamış olduğunu söylememe izin vermesini istirham ediyorum…

Bu minval üzere Meclis tutanakları binlerce beyefendi ve hanımefendi, istirham ederim, lütuf buyursunlar, müsaade buyururlarsa, hürmetler ediyorumlar ile dolu olmalıdır.

Millet Meclis’i yüksek bir kurumdur, orada nezaket, kibarlık, en üst seviyede görgü, centilmenlik, ruh asaleti hâkim olmalıdır.

Meclis çatısı altında elbette münakaşalar, çatışmalar olacaktır ama bunlar

beyefendili, hanımefendili, istirham ederimli, müsaade buyurunuzlu

olmalıdır.

Beyefendi, hanımefendi demek kime kazandırır?.. Öncelikle söyleyene kazandırır. Muhatabımız gerçek beyefendi, gerçek hanımefendi olmasa bile yine de bu kelimelerin kullanılması gerekir.

Bu bir seviye meselesidir.

Osmanlılar,

üslub-i beyan ayniyle insan

demişlerdir.

Mânaları aynı olsa da sözden söze fark vardır.

“Muhterem pederiniz nasıllar?”

sorusuyla

“Ulan baban olacak o moruk nasıl be?”

sorusu mánâ itibarıyla aynıdır ama biri yüksek, nezih, nazik, kibar, görgülü, seviyeli, asil, centilmen, medenî bir üslûpladır; ötekisi ise bedevî, ayak takımı, sokak serserisi, kaba, hoyrat, galiz, haşin,

itçe eşekçe bir üslûptur.

Yazılarımdan birinde, açılmasını hayal ettiğim yüksek İslâm mektebinde idarecilerin ve öğretmenlerin öğrencilere

sen

diye hitap etmemesini, öğrencilerin de kendi aralarında konuşurken birbirlerini

sen

dememesini istemiştim.

Orduda

subayların askerlere

sen

dememesi,

siz

diye hitap etmeleri gerekir.

İngilizcede sen yoktur.

Kibar ve görgülü eski insanlar, birbirleriyle konuşurken ve yazışırken ben demeyi ayıp sayarlar, onun yerine

“bendeniz”

veya

“bu fakir”

derlerdi.

Osmanlının kibarları

evim

demezler,

fakirhane

derler;

eviniz

demezler

devlethaneleri

derlerdi.

Okullarımızda genç nesillere görgü, nezaket, kibarlık, efendilik, soyluluk, Osmanlı inceliği öğretmeliyiz.

Geçen sene

liseli bazı öğrencilerin öğretmenlerini dövdüklerini

gördük.

Ne büyük rezillik, ne korkunç ayıp.

Bir lisede, öğrencilerin müdür beye arkalarını dönmeleri ne kadar büyük bir terbiyesizliktir.

Kaç yıl oluyor,

Meclis çatısı altında çok çirkin kelimeler sarf edilmiş, zabıt katipleri bunları tutanaklara geçirememiş, yerlerine nokta noktalar

(…)

yazılmıştı.

Siyaset lisanı çok kirlendi ve düştü.

Bazı gazeteler ve televizyonların görgü ve ahlâk seviyesi dehşet verecek derecede düşük. Tv açık oturumlarında çirkin ve iğrenç kavgalar yapılabiliyor. Tek kelimeyle üslûp çok düştü.

Liselerde

Osmanlı edebiyatı okutulmadığı için

edeb, kibarlık ve görgü bakımından çok geriledik. Kabalık, huşunet ve hoyratlık yaygınlaştı, yoğunlaştı, genelleşti.

1960’larda Talat Aydemir hadisesinde, sahibi bulunduğum Yeni İstiklâl gazetesi sıkıyönetim tarafından kapatılmış ve bendeniz

Birinci Ordu Kumandanı Paşanın huzuruna çıkarılmıştım.

Yanımda, yazı işleri müdürlüğü yapan bir öğrenci ile

heccav şair merhum Dr. Abdullah Öztemiz vardı.

Paşa bize şiddetli bir üslûpla bağırıp çağırmış, doktor bey kendini savunmaya kalkınca iyice köpürmüş,

“kafamı kızdırmayın, şimdi sizi dışarıya çıkarır meydan dayağına çektiririm”

demişti.

Korku ve hüzünle susarken, içimden “Keşke bu paşa bizi edebî bir üslûpla, mesela Ziya Paşa’dan veya Koca Ragıb Paşadan beyitler okumak suretiyle haşlamış olsaydı” düşüncesini geçirmiştim.

Muhalefet, münakaşa, çatışma olsun ama nezaketle, efendilikle, yüksek üslûpla,

edeb ve terbiyeyle, centilmenlikle, soylulukla,

yüksek görgü ile olsun

temenni ediyorum. Ah edeb!.. 06 Nisan 2017