Üstad Necip Fazıl’a Cevap
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
Cumartesi
Sanırım yıl 1970’ti. Avrupa’da sürgünde bulunuyordum. Bir gün İstanbul’dan bir mektup geldi. Ekinde Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in bir yazısı bulunuyordu. Bu yazıda bendenizi tenkit ediyor, serzenişte bulunuyordu. O tarihte sahibi bulunduğum Bugün Gazetesi çıkıyordu. Bir yazı kaleme aldım, bunda kendimi müdafaa etmedim, Üstada şu mealde bir cevap verdim:
“İslâm büyüklerinden Süleyman Dârânî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Bütün dünya halkı beni kötülemek hususunda bir araya gelseler, benim kendimi kötülediğim kadar kötüleyemezler…” Ben de bu büyük zatın sözüne uyarak tenkitleri kabul ediyorum.”
Merhum Necip Fazıl Kısakürek benim büyüğüm ve üstadımdı. Yaşça büyüktü, makam ve mevkice büyük. Biz onun yazılarını okuyarak yetişmiştik. Bendenizi tenkit ediyor diye, üzerimdeki bunca hakkını inkâr ederek terbiyesizlik mi edecektim? Tenkitler ve serzenişler doğru veya yanlış olsun, bir üstada cevap vermek doğru kaçmazdı.
Bu hadiseyi anlatmakla, kemal sahibi olduğumu iddia etmiyorum. Kâmil olmadığımı bilecek, anlayacak ve idrak edecek kadar aklım vardır. Ben görmedim ama Üstad benim yazımı okuyunca memnun olmuş, “Aferin!” demiş.
İslâmî ahlâkın ve bilgeliğin temel ilkelerinden biri de “Büyüklere hürmet etmek, küçüklere şefkat beslemektir.” Peygamberimiz “Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize şefkat ve merhametle muamele etmeyen bizden değildir” buyurmaktadır.
Haçlı Seferleri’nden birinde büyük İslâm kahramanı Selâhaddîn Eyyubî ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard savaşıp durmuşlardır. O tarihlerde Hıristiyan dünyasında şövalyelik vardı. Müslümanlarda da, Kur’an’dan ve Sünnetten gelen fütüvvet ahlâkı bulunuyordu. Müslümanların fütüvvetine bir örnek vermek istiyorum.
Arslan Yürekli Richard hastalanmış, yatağa düşmüş, çadırında istirahat ediyormuş. Etrafında Haçlı askerlerinin çadırları, atlar, kaynayan kazanlar, gidip gelenler, koskoca bir sahra asker dolu… Ufukta bir toz bulutu görülmüş, mızraklarının ucunda beyaz bayraklar sallanan sarıklı Müslümanlardan müteşekkil bir kafile yaklaşmış. Beyaz bayraklar bunların elçi olduğunu gösteriyor. Karşılanmışlar, kralın huzuruna götürülmüşler. Richard sormuş:
– Ne istiyorsunuz?
Elçiler şu cevabı vermişler:
– Sultanımız Selâhaddîn Eyyubî Hazretleri hastalandığınızı haber aldı, tedaviniz için size mahir ve hazık hekimler gönderdi…
İslâm’da mürüvvet, fütüvvet, yüksek ahlâk ve fazilet işte böyledir. Tarih boyunca herkes böyle mi yapmıştır? Hayır. Lakin her zaman Selâhaddinler olmuştur. Müslümanların yüzlerini ak eden Selâhaddinler… Selâhaddîn Eyyubî Hazretleri saf, katışıksız bir İslâm kahramanıdır. Onun menkabelerini anlatmaya kalksak ciltlerle kitap olur. Bu büyük sultan vefat ettiğinde, Başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle bağırtmıştı:
– Ey ahali! Bilmiş olunuz ki, Mısır’ın, Sudan’ın, Libya’nın, Filistin’in, Şam’ın, Halep’in, Musul’un, Hicaz’ın ve daha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selâhaddîn Eyyubî vefat etmiş ve Hakkın rahmetine yürümüştür. Şahsî parası cenaze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır. Sen bunca ülkenin sultanı ol ve öldüğünde cenaze masraflarına yetecek kadar paran bulunmasın. Galiba asıl sultanlık bu anlattığımdır. İslâm dünyası böyle sultanlarla yücelmiştir. Din ve devlet yoluyla zengin olanlar zahirde sultan gibi görünseler de aslında sefil ve sürüngen mahlûklardır.
1963’te idi sanırım. Talât Aydemir, Ankara’da başarısız bir başkaldırma hareketine girişmiş, ülkede sıkıyönetim ilan edilmişti. O tarihte haftalık Yeni İstiklâl gazetesini çıkartıyordum. Gazetem, yayınlanan bir hiciv şiiri ve bir karikatür yüzünden kapatılmıştı. Birkaç gün sonra telefonla büyük bir bürokratın huzuruna çağırıldım. Yanımda yazı işleri müdürü ve hiciv manzumesini yazan şair vardı.
Gittik, huzura çıkartıldık. Büyük bürokratın etrafında yedi, sekiz erkânı bulunuyordu. Hiç unutmuyorum önünde bir fincan kahve, elinde de bir puro vardı. Haşin bir yüzle ve yüksek sesle bize bağırmaya başladı:
– Nedir bu rezalet şiir, bu karikatür? Siz, ne yaptığınızı zannediyorsunuz?
Bağırdı, bağırdı, bağırdı. Bir ara purosu söndü, birkaç çakmak birden uzandı yakması için. Bağırmaya devam ederek:
– Şimdi hepinizi meydan dayağına çektiririm haa!.. dedi.
Sonra bizi huzurundan kovdu. Büyük bürokrat bağırırken hem gülesim geldi, hem de çok üzüldüm. Koskoca Türkiye devletinin kodaman, yüksek, tepeden bakan bir bürokratı doğrusu çok kaba, çok edebiyatsız, çok galiz, çok alt seviyeden bağırıp çağırıyordu. Keşke bizi azarlarken, tahkir ederken edebiyat yapmış olsaydı. Me Fuzulî’den, Koca Ragıp Paşa’dan, Ziya Paşa’dan, Tevfik Fikret’ten mısralar, beyitler okumuş olsaydı.
gibisinden bir şeyler söyleseydi. Büyük, seviyeli, yüksek insanlar da azarlayabilirler, zılgıt verebilirler, hatta tahkir edebilirler. Lakin bunların mutlaka edebî, yüksek, seviyeli ve sanatlı olması gerekir. Geçen baharda Ankara’da çok yüksek bir müessesede, çok seçkin kişiler arasında tartışmalar oldu ve gazetelerin yazdığına göre, üzülerek söylüyorum, birbirlerine “bilmem ne çocuğu…” gibi küfürler fırlatıldı. Duyduğuma göre bunlar zabıtlara da geçmiş. Be mübarekler, yahut be gayr-i mübarekler! Sizler seçkin, seçilmiş, yüksek mevkilerde bulunan insanlarsınız. Öfkelenince o ulvî çatı altında birbirinize nasıl böyle küfürler, hakaretler savurabilirsiniz?
Hamlet, piyesin bir sahnesinde “Danimarka krallığında kokuşmuş bir şey var” der.Bizde kokuşmuş sadece bir şey yok, birçok şey var. Yüksek, seçkin, seviyeli şahsiyetlerin hakaretleri bile sanatlı ve edebiyatlı olur. Onlar eski zamanın külhanileri gibi âdi küfürler etmezler.
Hastalıklar konusunda hiç hatırımızdan çıkartmamamız gereken bir söz şudur: “Allah, ölümden başka her derdin, her hastalığın çaresini ve ilacını yaratmıştır.” Bu bir Hadis-i şeriftir, yanlış olması mümkün değildir. Binaenaleyh akıllı ve bilge insanlar, bütün hastalıkların çarelerini tabiat âleminde aramalıdırlar. Yüz binlerce bitki, çiçek, maden ve hayvanda hastalıklara karşı ilaçlar vardır. Ortodoks tıp kilisesi bunları kabul etmiyor, ancak unutmayalım ki, Ortodoks tıbbın dışında başka tıplar da vardır. Bir tıp sistemi ne kadar tabiî ise, ilaçlarını bitkilerden, tabiî kaynaklardan çıkartıyorsa o derecede etkili, faydalı bir tıptır. Şu hususu da unutmamak gerekir, önemli olan hastalandıktan sonra tedavi etmek değil, insanın hastalanmasını önlemektir.
Ülkemizde binlerce tür şifalı hassalara sahip tıbbî bitki yetişmektedir. Yazık ki, bunlarla ilgili bilgilerin çoğu kaybolmuştur. Tıbbî bitkilerin yanında, bütün günlük besin maddelerimizin de tıpla, tedaviyle, sağlıkla yakın ilgileri bulunmaktadır. Meselâ, halkımızın temel gıdasını teşkil eden buğday ekmeği… Hasta olmak istemiyorsak, kepeği hiç elenmemiş buğday unundan yapılmış koyu renkli ekmek yememiz gerekir. Kepeği tamamen alınmış, içine üç dört çeşit kimyevî madde karıştırılmış, bembeyaz unlardan yapılmış ekmekleri tüketenler uzun vadeli intihar etmiş olurlar.
Hiçbir meyveyi ve sebzeyi hor görmeyelim, “Ben bunu sevmiyorum, yemem” demeyelim. Geçenlerde Balat’taki Kastamonu pazarından iki nadir meyve aldım. Biri yabanî yetişen kocayemiş, diğeri de alıç denilen ve muşmulaya benzeyen bir meyve… Bunların senede bir kez olsun yenilmesinin sağlığa faydalı olacağına inanıyorum. Bunlar gibi dağlardan, ormanlardan, kırlardan toplanan yabanî meyve ve sebzeleri senede bir kez olsun yemenizi tavsiye ederim. Hep et ve tavuk yiyerek sağlıklı yaşamak mümkün değildir. Şalgam, börülce, ısırgan gibi sebze ve bakliyatı zaman zaman tüketmemiz gerekir. Sağlıklı yaşamanın birinci prensibi doyduktan sonra yememektir, ikinci prensibi ağır gıdaları bırakıp tabiî ve yavan gıdaları tüketmektir. “Biz yavan şeyler yemek istemiyoruz, biz biftek, kaymaklı kadayıf, mayonezli levrek, hindi dolması, cayır cayır yanmış, bol tereyağlı ve bir buçuk porsiyon İskender kebabı ve bunlara benzer ağır, lüks, pahalı, sindirimi zor yemeklerle beslenmek istiyoruz…”diyenlere bir müjdemiz var:İleride bin türlü hastalığa yakalanır, sürüm sürüm kıvranarak ömrünüzü tüketirsiniz. 18 Aralık 2005