Uyduruk Türkçe
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Perşembe
Dil Derneğinin yayın organı “Çağdaş Türk Dili” dergisinde, Meral Pazar imzalı, “Osmanlıca Türkçe değildir!” başlıklı yazıyı okudum.
Osmanlıca Türkçe değil de nedir? Yakın tarihimizde çeşitli zorlamalar, baskılar, beyin yıkamalar ile oluşturulan sade, arı, öz, uyduruk dil Türkçe oluyor; beş altı yüz yılın birikimiyle meydana gelen Osmanlıca Türkçe olmuyor…
Lisaniyat denilen bilgi dalında azıcık nasibi olanlar bilirler ki, bir konuşma ve iletişim dili vardır, bir de yazılı edebiyat, kültür, sanat dili. Konuşma ve iletişim dili için mektep medrese gerekmez. Çocuklar kendi ana dillerini işiterek, konuşarak öğrenirler. Okuma yazma bilmeyen cahil bir vatandaş, birkaç yüz kelime ile bütün iletişim ihtiyaçlarını karşılar; çevresiyle konuşur, anlaşır. Dil dediğimiz vakit, bu birkaç yüz kelimelik lisanı kasdetmemiz gerekir.
Osmanlıca zor bir lisanmış, yeterli eğitim almamışlar onu yanlışsız yazamazmış. Bundan tabiî ne olabilir?.. İngilizce de böyle değil midir? Güçlü bir kolej eğitimi almamış, üniversitede okumamış, halk tabakasına mensup bir İngiliz’in mektubunda bir yığın gramer ve imla hatası bulunur. Fransa’da da böyledir.
Yazılı-edebî bir kültür lisanı; yazı, gramer, imla bakımından ne kadar zorsa, ne kadar çetrefil ise o dili konuşan aydınlar o nisbette güçlü, vasıflı, üstün olurlar. Bazı örnekler vereyim:
– Japon yazısı son derece zor, karmaşık, öğrenilmesi zahmetli bir yazıdır. Japon çocukları bu yazıyı öğrenebilmek için akıl almaz bir çalışma, azim, sabır, güç sergilemektedir. Sonunda da “Japon mucizesi”ni meydana getiren toplumun insanları olmaktadır. Nasıl, komando olacak askerlere son derece zor, ağır, çileli talimler yaptırılarak onlara üstünlük kazandırılıyorsa; zor ve karmaşık bir yazı, zor ve çetrefil bir gramer ve imla sistemi gençliği üstün kılar.
– İngilizceye bakalım: Latin alfabesi İngilizce için en uygunsuz alfabedir. Lastik yazarlar, kauçuk okurlar. İngilizleri asırlar boyunca güçlü kılan talimlerden biri de yazılarının, imlalarının çetrefilliğidir.
Osmanlıca’da Arapça ve Farsça kelimeler varmış, binaenaleyh melez bir dilmiş, Türkçe sayılmazmış… Ne kadar kof, boş iddialar. Bugünkü Almanca’da otuz bin yabancı kökenli kelime vardır. Fransızca kelimelerin yarıdan fazlası Latince’den gelmektedir. Lisanlar birbirlerinden bol bol kelime almışlar ve zenginleşmişlerdir. Yabancı kökenli kelimeleri, şovenlik yaparak tasfiye ederseniz lisan zenginliğini; kaybeder, yozlaşır, kültürel açıdan kaliteli hizmet veremez. Gariptir ki, bizde ırkçılığa karşı olanlar, dil konusunda süper ırkçı kesilebiliyor.
Dünyanın hangi ülkesinde, son yüz sene içerisinde yazılmış edebi eserler sadeleştirilerek basılmaktadır? Böyle bir garabet Türkiye’mize mahsustur. Hüseyin Rahmi’nin, Halit Ziya Uşaklıgil’in, Yakup Kadri’nin, Halide Edib’in, Ömer Seyfettin’in, Reşat Nuri’nin romanları ve hikayeleri şu ana kadar beş on kere sadeleştirile sadeleştirile kuşa çevrilmiştir. Bu bir kültür felaketi değil midir?
Uzun yıllar boyunca Ankara’daki Türk Dil Kurumu’nun “Genel yazmanı” A. Dilaçar isminde bir zattı. Diğer öteki kurumcuların isimleri tam olarak yazılıyordu da, bu Dilaçar soyadının başındaki A. ne oluyordu? Meğerse bu zat, asıl ismi Agop Martayan olan bir Ermeniymiş. Mütarekeden sonra İstanbul’dan Bulgaristan’a kaçmış, görülen lüzum üzerine affedilerek Türkiye’ye getirilmiş, “Türk Dil Kurumu”nun başına geçirilmiş. Agop Martayan’ın bir düzineden fazla lisan bilen deha çapında bir dilbilimci olduğunu duydum. Ancak Türkçe’nin zenginleşmesi, güzelleşmesi, daha güçlü hale gelmesi için çalışmamış; sade ve uyduruk bir öz Türkçe meydana çıkarılması için çalışıp çabalamıştır.
1927’de İstanbul Darülfünun’u (Üniversitesi) müderrislerinden (profesörlerinden) Avram Galanti “Arabî Harfleri Terakkimize Mâni Değildir” başlıklı bir kitap çıkartarak Arap harflerini ve Osmanlıca’yı müdafaa etmişti. Bir yıl sonra alfabe devrimi yapıldı ve lisanda sadelik cereyanı başlatıldı. Avram Galanti adıgeçen kitabıyla gerçekten büyük bir “suç” işlemişti. O hengâmede canını kurtarabilmiş olmasını ben Yahudiliğine bağlıyorum…
Zengin, yazılı, edebi lisanını kaybetmek bir halk, bir topluluk, bir ülke için çok büyük bir felakettir. Savaşların, iktisadi krizlerin, tabiî âfetlerin yaraları sarılabilir, harabeler tekrar imar edilebilir ama bir millet yazılı-edebî kültür lisanını yitirirse o boşluk artık kolay kolay doldurulmaz, gidenin yerine yenisi konulamaz.
Zengin ve engin Osmanlı lisanı altı yüz senenin birikimiydi. Biz o kültür âbidesini altmış senede hak ile yeksan ettik. Artık, kaybın büyüklüğünü idrak edenler dizlerini dövseler, saçlarını yolsalar, gözyaşı dökseler de giden gelmeyecektir.
Türkçe’nin ne hale geldiğini; anlamak için televizyonlardaki açık oturumları seyredip dinlemek yeterlidir. Kerli ferli, bir kısmı akademik kariyer sahibi, unvanlı zevat bir araya gelmişler ilmî, siyasi, sosyal, kültürel konuları müzakere ediyor, tartışıyorlar. İstisnalar dışında ne feci, ne korkunç, ne kahredici bir lisan sefaleti sergiliyorlar. Başı sonu belli olmayan, kırık kopuk cümleler… Şizofrenik hastaların lisanına benzeyen bir telgraf dili… Ikınarak kelimeleri, cümleleri zorla çıkartıyorlar… Bazıları, harf-i târif gibi “ııı… ııı… ııı…” diye acayip sesler çıkartıyor. Yanlış telaffuzlar, düşük cümleler, za’f-ı telifler, zeka özürlüler seviyesinde basit, ilkel fikirler…
Bir dilin, okunduğu gibi yazılmasını, yazıldığı gibi okunmasını sağlarsanız o lisanın belini kırmış olursunuz.
Halk aydınların, seçkinlerin, yüksek tabakanın lisanını anlamıyormuş. Bundan tabiî ne olabilir. Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? İlimde, irfanda, edebiyatta, düşüncede, sanatta, felsefede, medeniyette yükselmek isteyenler okusunlar ve yükselsinler. Okumadan, dirsek çürütmeden, kafa yormadan yükseklere çıkmak ne mümkün!
Öztürkçecilik cereyanı, Türkiyelileri cehalette birleştirmiş, eşit kılmıştır.
Osmanlıca’yı savunurken çok ağdalı, çok çetrefil bir lisan kullanan bazı eski şair ve ediplerin lisanını müdafaa etmiyorum, özlemiyorum. Benim hasretini çektiğim Türkçe Fuzulî’nin, Evliya Çelebi’nin, Sinan Paşa’nın, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın nefis Türkçe’sidir.
Osmanlıca zaten kendi kendine sadeleşen, tekamül eden bir lisandı. Kendi haline bırakılmış olsaydı ne iyi olurdu!
Lise tahsili yapıp da Shakespeare’i zevk alarak okuyamayan, anlayamayan bir İngiliz düşünülebilir mi? Pascal’ı okuyup anlayamayan bir Fransız entelektüeli ve aydını düşünebilir misiniz? Her milletin tahsillileri, asırlarca önce yaşamış büyük ediplerinin, şairlerinin, filozoflarının, seyyahlarının şaheserlerini haz ve zevk alarak, anlayarak okuyup mütalaa edebiliyor. Bunun tek istisnası zavallı Türkiyelilerdir. Lise ve üniversite tahsili yapmış olup da, Türklerin en büyük şairi Fuzulî’nin divanını, Leyla ve Mecnun’unu zevk alarak, anlayarak okuyan kaç kişi çıkar şu milyonlarca ecsad arasından? 07 Kasım 2003