Pazar

 

“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar…” buyuruluyor. Vasıflı, olgun, yüksek Müslüman uyanık insan demektir. Yazık ki, bu devirde nâdir istisnalar dışında Müslüman kesim de uyuyor. Biz Türkiyeliler gece uyuyoruz gündüz uyuyoruz, yatakta uyuyoruz ayakta uyuyoruz; her yerde her zaman uyuyoruz.

Başımıza gelmedik kalmadı, biz hâlâ uyuyoruz.

Bir savaşın arefesindeyiz. Bunu durdurmak için, yapabileceğimiz her şeyi yapmamız gerekirken, yapılabileceklerin binde birini bile yapamıyoruz. Neler mi yapılabilir?

En az bir milyon vatandaşın katılacağı büyük mitingler, yürüyüşler yapılmalı. Beş on kişilik, bilemedin otuz kırk bin kişilik toplulukların bir tesiri olmaz, yerli medya bunları küçük haberler halinde verir. Dünya gazeteleri ve televizyonları ise hiç bahsetmezler. Lakin bir milyonluk, iki milyonluk dev bir miting veya yürüyüş ertesi gün milyarlarca insana duyurulmuş olur; böyle bir tepki tesirini gösterir.

Çok güzel hazırlanmış, çok vurucu ve düşündürücü milyonlarca broşür, afiş, pankart, el ilanı ile doldurulmalıdır ülke. Yaklaşan savaşın haksızlığı, gayr-i meşru oluşu, Türkiye’ye büyük zarar vereceği, bunun İslâm’a karşı bir savaş olacağı, komşumuz ve kardeşimiz Irak’a haksızlık yapıldığı mâsum ve mazlum kadınların, çocukların, ihtiyarların, gayr-i muharip halkın acılar çekeceği, öleceği, sürüneceği anlatılmalıdır.

İsrail’in şimdiye kadar yirmi küsur Birleşmiş Millet kararını hiçe saydığı, çiğnediği; Yahudi devletinin elinde nükleer, biyolojik, kimyevî silahlar bulunduğu; Ortadoğu’daki barışın karşısındaki en büyük engelin İsrail’in yayılmacı, emperyalist siyaseti olduğu; Amerika’nın İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemekle dünyayı büyük bir felakete ve kaosa sürüklediği milyonlarca broşürle halkımıza anlatılmalıdır.

Bununla da kalınmamalı, binlerce sivil kuruluşun katılacağı bir “SAVAŞA HAYIR PLATFORMU” kurulmalı, ehil ve güçlü insanlardan komiteler oluşturulmalı ve dünyanın belli başlı ülkelerindeki gazetelere paralı ilanlar verilerek insanlık alemine Türk halkının savaş istemediği duyurulmalıdır.

Yapılmasını istediğim bu gibi faaliyetler ülkemizin savaşa katılmasını önleyebilir mi? Önler mi önlemez mi bilemem ama bu gibi çalışmalar, bu gibi direnmeler mutlaka yapılmalıdır. Bunlar, İslâm dininin temel farzlarından olan “Emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker” yâni iyiliği desteklemek kötülüğü kösteklemek farizası içine girer. Farz demek, mutlaka yapılması gerekli dinî bir vazife demektir. Peygamberimizin, bu farzı terk eden topluluk ve ümmetlere dair korkulu uyarıları ve tehditli haberleri vardır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker farzını bilkülliye terk eden bir İslâm topluluğu iflah olmaz; onun başına gazap azapları inmesinden korkulur.

Bu memlekette hiçbir akıllı Müslüman, ülkemizin ve devletimizin kardeş ve komşu Irak’a karşı düşmanca tavır almasından, onunla savaşmasından, ona saldıran emperyalist güçlere yataklık etmesinden yana değildir. Irak bize saldırsa, bizim için gerçekten bir tehdit olsa elbette onunla savaşılır ama şu anda böyle bir şey yoktur. Yaklaşan savaş İsrail’in güvenliğini sağlamak, Ortadoğu’da bir pax Judaica kurmak içindir. Bundan bize ne!

Biz Türkiye Müslümanları, üzerimize düşen hizmetleri, vazifeleri yeteri kadar, gereğince yapmıyoruz. Elbette ki, yapılabilir hizmet ve vazifelerden bahsediyorum. Müslümanlar, güçlerini, imkânlarını, vüs’atlerinı aşan işlerden sorumlu olmazlar. Lakin yapabilecekleri halde yapmadıkları hizmet ve vazifelerden sorumludurlar.

Önümüzdeki savaşta İslâm düşmanlarının, bir adı da “Darü’s-selâm” olan Bağdad’ı vuracakları, bombalayacakları, füzeleyecekleri anlaşılıyor. Bağdad, Şam gibi İslâm aleminin kutsal şehirlerindendir. Orada çok büyük İslâmî şahsiyetlerin, din ulularının kabirleri, camileri bulunmaktadır. Fıkhın Babası İmamı Azam Ebû Hanife hazretlerinin türbesi, camii oradadır. Büyük kutub, büyük veli, mâneviyat âleminin sultanı Abdülkadir Geylanî hazretlerinin türbesi, camii oradadır. Bağdad, Şiî Müslümanlar için de bağrında kutsal emanetler, kutsal şahsiyetler barındıran bir İslâm şehridir. Zâlimlerin böyle bir şehre ateş ve ölüm yağdırmaları ve İslâm aleminin böyle bir zulüm ve saldırıya seyirci kalması çok dehşetli bir faciadır.

Türkiye’deki bazı Müslüman liderlerin, hocaların, şahsiyetlerin koyu, yüzde yüz Amerikancı kesilmeleri çok üzücü bir haldir. Gerçi bunların sayısı fazla değildir ama, tesir ve mazarratları büyük olabilir.

Ortadoğu konusunda bütün Müslümanlar barıştan yana olmalıdır. Nasıl bir barış? Elbette ki, gerçek, âdil, kalıcı bir barış.

Ünlü bir Müslüman siyasetçi, Amerikalılardan yana olmanın hesabını vermeyeceğini mi sanıyor?

Etrafındakilerin kendisini dünya imamı ilan ettikleri, kendisinin de buna inandığı anlaşılan bir hoca; Amerikalılarla, çeşitli Hıristiyan kiliseleriyle, siyonistlerle, Dönmelerle yaptığı görüşme ve anlaşmaların hesabını vermeyeceğini mi sanıyor?

Efendiler! İslâm’da, Katoliklikte olduğu gibi (O da 19’uncu asırda çıkmıştır) “Papanın din konularında yanılmazlığı” prensibi gibi bir prensip yoktur. Birtakım Müslüman siyasetçiler, cemaatçiler tutumlarından, politikalarından dolayı yarın Rûz-i Ceza’da Mahkeme-i Kübra’da Yüce Allah’a hesap verecekler ve yaptıklarının cezasını çekeceklerdir. İsimlerini vermek istemediğim birkaç kodaman Müslüman bu gerçeği niçin gözardı ediyorlar?

Saddam diktatörmüş, Saddam zâlimmiş… Bunu bilmeyen mi var? İslâmî bilgelik ne diyor? “Bir toplum ne haldeyse, o şekilde idare edilir” diyor. Ülkenin başındaki zat zalim ve diktatör diye o ülke halkını kırmak gerekmez.

Müslümanlar! Bilhassa Müslümanların seçkin, temsilci, kodaman, ileri gelen kişileri ve heyetleri!… Türkiye denilen şu İslâm ülkesinde birtakım İslâmî hizmetler ve vazifeler tâtile uğramış vaziyettedir. Birtakım kimseler vazifelerini yapmamakta, sorumluluklarının gereğini işleriyle, aksiyonlarıyla ortaya koymamaktadır.

İhtiyatlı olmak, fitne ve fesat çıkarmamak… Bazılarının bahaneleri bunlardır. Soruyorum onlara: Bir İslâm topluluğu, fitne ve fesat çıkmasın diye emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını terk edebilir mi?.. Edemez, edemez, edemez…

Tabiî ki, ihtiyatlı, temkinli, hesaplı kitaplı, itidalli bir şekilde hareket edilmelidir. Lâkin mutlaka üzerimize düşen vazifeler ve hizmetler yapılmalıdır.

Savaşı önlemek, frenlemek, engellemek için ELİMİZDEN GELDİĞİ KADAR çalışmadık, faaliyette bulunmadık. O halde bunun acı ve ağır faturalarını ödemeye hazır olalım.

İktidar politikacılarına da hitap etmek istiyorum: Zulme, haksızlığa, gayr-i meşru bir savaşa destek vermeyiniz. Millet ve tarih sormasa bile Hak bunun hesabını sizden mutlaka soracaktır. 03 Şubat 2003