Pazartesi

 

Geçenlerde bir Kara Cüppeli boyundan büyük laflar etti, Allah’a ve gayba inanan Müslümanlara dolaylı şekilde saldırdı, aklınca meydan okudu. İddiasının temeli şuydu: “Akıl, vahiyden üstündür…”

Kimdi bu profesör? Rivayete göre, iki kimlikli, karpuz gibi dışı yeşil içi kızıl bir gizli cemaate mensupmuş. Olabilir… Lakin gerçekten medenî, olgun, demokrat, toleranslı bir kimse olsaydı ülke çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlara karşı bu kadar pervasızca, fütursuzca meydan okumaya yeltenmezdi.

Bu zatın, pozitivist olduğu anlaşılıyor. Pozitivizm, 19’uncu asırda Auguste Comte’un çıkartmış olduğu felsefî bir doktrindir. Tecrübe edilebilen, akla dayanan şeyleri gerçek olarak kabul eder. Auguste Comte İnsanlık Dini diye bir din de çıkartmış ve hatta o devirdeki Osmanlı devlet adamlarına müracaat ederek bu dinin kabul edilmesi için teklifte ve çağrıda bulunmuştur. Söylemeye hacet yoktur ki, pozitivizm batıl bir dindir. Hiçbir zaman İslâmiyetin yerini tutamaz. Ben bir Müslüman olarak, kesinlikle pozitivist olamam. İki zıt bir arada bulunmaz. Ancak pozitivizm başka şeydir, pozitif ilimler başka şey… Biz Müslümanlar aklî, tecrübî ilimleri kabul ederiz. Onlara değer veririz.

Akıl, vahiyden üstün müdür?.. Kesinlikle üstün olamaz. Çünkü akıl, insana mahsustur, vahiy ise Allah’tan gelmektedir. Allah’ın ilmi, hikmeti sonsuz ve mutlak olduğuna göre, sınırlı insan aklıyla mukayese edilmesi, boy ölçüşmesi düşünülebilir mi?

Akıl, Allah’ın insana vermiş olduğu en kıymetli alet ve vasıtadır. Aklını yitiren insan, insanlıktan çıkar. Bir kimse düşününüz, bir kaza geçirmiş, beyni dumura uğramış, kendisinde akıl kalmamış. Bu kimse canlı bir cenaze haline gelmiştir, bitmiştir.

Akıl çok değerlidir, çok önemlidir, fakat tek başına yeterli değildir. Akla rehberlik edilmesi, ışık tutulması gereklidir. İşte, bu ışık ilahi vahiydir.

Osmanlı devletinin, 16’ncı asırda, Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki durumunu düşünelim. Bugünkü Türkiye’nin, belki de yirmi misli yüzölçümüne sahip, sınırları içinde yetmiş iki millet kendi dinlerine, kimliklerine sahip olarak yaşıyor. İnsanların atla veya yürüyerek seyahat ettikleri, denizde yelkenli veya kürekli gemilerle yol alındığı o zamanlarda Osmanlılar Viyana’yı kuşatıyorlar; Habeş eyaletini idare ediyorlar; Hint okyanusunda Portekizlilerle savaşıyorlar. Savaşlar, isyanlar oluyor ama, ülke genelinde büyük bir güvenlik ve adalet vardır. Amerikalı yazar Harold Lamb “Muhteşem Süleyman” adlı eserinde padişahın, Orta Avrupa’ya yaptığı seferlerden birinde tutulan bir Ruzname’den (günlük) şu cümleyi veriyor: “Bugün, mezru (ekili) arazide atını otlatan bir sipahinin boynunu vurdurttum…” İşte Osmanlı güvenliği ve adaleti budur. Düşünebiliyor musunuz, yüzelli bin kişilik muazzam bir ordu, refakatinde on binlerce at, deve, ordunun gıda ihtiyacı için koyun sürüleri, toplar, arabalar, silahlar, cephaneler, zahireler, seyyar fırınlar, kazanlar ve daha bir sürü eşya ve malzeme olduğu halde istanbul’dan Viyana’ya giderken yolda bir tarla, bir meyve bahçesi, bir sebze bostanı bile zarar görmüyor. İşte bu güven, sırf akılla değil, vahiyle sağlanmış bir güvendir.

Ankara’daki Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış bulunan Neşri Tarihi’nde, Fatih zamanında Osmanlı mülkünde o kadar büyük bir güven ve huzur olduğu belirtiliyor ki, tek başına bir kadıncağız yanında bir servet olduğu halde İstanbul’dan Edirne’ye gitse, yolda hiç kimse kendisine yan gözle bile bakamazmış.

Sağlam ve selim bir akıl, vahyin rehberliğinde ve ışığında doğru yolda giderse insanlar selamete, huzura, saadete kavuşurlar, dünyada dirlik ve düzen olur.

Vahiysiz aklın, dünyayı ne hale getirdiğine bakalım:

(1) Vahiysiz aklın icat ettiği, geliştirdiği nükleer silahlar yüzünden dünya ve insanlık kendisini, bir kere değil, bin kere yok edecek bir güce kavuşmuştur. Bu silahları kolay kolay yok etmenin, toprağın derinliklerine gömmenin, deniz diplerine saklamanın da imkanı yoktur.

(2) Vahiysiz akıl, dünyayı; karaları, dağları, denizleri, gölleri, nehirleri her yeri kirletmiştir; ekolojik düzeni zir ü zeber etmiştir. On binlerce, yüz binlerce böcek, hayvan, canlı, bitki, ağaç türü yok edilmiştir. Vicdanlı insanlar, bu cinayet ve felaket karşısında feryad ü figan ediyorlar ama kendilerini dinleyen yoktur.

(3) Dünya savaş alanı halindedir. Topyekûn bir üçüncü dünya savaşının içinde değiliz ama, yerküresinin çeşitli bölgelerinde şu anda onlarca mahallî savaş, harp, darp, kıtal cereyan etmekte; kanlar dökülmekte, canlar yanmakta, hanümanlar sönmektedir. Vahiysiz akıl, dünyayı savaş alanına, mezbahaya, cehenneme çevirmiştir.

(4) Vahiy, insanlara “Sizi yaratan Allah’a kulluk edin. O’nun emirlerine ve yasaklarına uyun, O’na isyan etmeyin…” nasihatını yapıyor. Pozitivist akıl ise, Allah’a inanmıyor, Allah’a itaat etmiyor, “Altın Buzağı”ya tapıyor. Zevk u sefa, eğlence, lüks, konfor, aşırı tüketim peşinde koşuyor.

(5) Sırf akılla insanlar dünyevi, maddi ihtiyaçlarını temin ediyorlar, refaha kavuşuyorlar ama mutlu olamıyorlar. Vahyin ışığından mahrum en zengin ülkelerde intihar oranı, vahiyli fakir toplumlardakinden daha yüksektir. Bu akıllılar niçin canlarına kıyıyorlar?..

(6) Bütün insanlarda akıl var ama dünyanın en akıllıları bile çeşitli konularda bir ve beraber olamıyorlar. Bir akıllının ak dediğine öteki akıllı kara diyebiliyor. Birinin iyi dediğine, diğeri kötü diyor. Akıllıların birleşmesi için mutlaka ilahi vahyin kılavuzluk etmesi gerekiyor.

(7) Gelmiş, yaşayan, gelecek insanların en büyüğü, en akıllısı, en hikmetlisi Muhammed Mustafa Aleyhisselatü vesselâmdır. O yedinci miladî asırda Arabistan’da doğmuş, okul ve üniversitede tahsili görmemiş, hocalardan ders okumamış; ilahî vahye nail olmuş ümmî bir şahsiyettir. Bütün insanlığa en güzel, en selametli, en saadetli yolu göstermiştir. Bugün İslâm dünyasındaki bazı cahil, yetersiz, İslâm’ı iyi anlamamış, temsil yetkisi ve kabiliyeti olmayan kimselere bakıp da İslâm ve Peygamber hakkında menfî hüküm vermek, insafa ve vicdana sığmaz. İslâm’ı Endülüs medeniyeti, yükseklik zamanındaki Osmanlı devleti, Abbasilerin parlak zamanındaki düzen temsil eder. İslâm’ı Haçlıların bile kahraman olarak kabul ettikleri Selahattin Eyyubî temsil eder. Selim akıllı ve vicdanlı nice Amerikalı, Kanadalı, İngiliz, Fransız, İtalyan diğer Batı Avrupalı insan, İslâm’ın ve Hazret-i Muhammed’in büyüklüğünü anladığı için ihtida etmiş, aklına rehber olarak ilahî vahyi seçmiş bulunmaktadır.

Pozitivist zatın söyleyemedikleri de var: O, Mesihliğini ilan etmiş, izmirli haham Sabatay Sevi’nin dinine mensuptur. Ancak göğsünü gere gere ben Sabataycıyım, en büyük adam Sabatay Sevi’dir diyemiyor. Medeni cesareti buna müsait değildir. İslâm’a, Müslümanlara, ilahi vahye kuru sıkı meydan okuyor. Gerisini getiremiyor. Müslümanlara ve Türklere “acı soğan” diyor ama, bu hakareti yüksek sesle yapamıyor. 18 Kasım 2003