Salı

 

Allah’ın gazabından korkalım ve iyi, vasıflı, gerçek Müslümanlar olmak için bütün gücümüzle çalışalım.

On milyonluk Hıristiyan Yunanistan, Güneydoğu Asya felâketzedelerine, bundan bir hafta önceki rakamla 15 milyon Euro topladı; biz ise yine aynı tarihte sadece bir milyon Euro topladık. Bizim nüfusumuz 72 milyon… Üstelik biz Müslümanız.

Bizde para mı yok? Olmaz olur mu? Öyle Müslümanlar var ki, bir milyon dolarlık köşklerde oturuyor, 150 bin dolarlık lüks otolarla geziyor, su gibi para harcıyor.

Türkiye’nin Müslüman zenginleri isteselerdi, felâkete uğramış din ve iman kardeşleri için 150 milyon Euro bile toplayabilirlerdi.

Müslümanlar, Müslümanlar!

Korkunç ihmaller, gafletler, vurdumduymazlıklar içindeyiz. Dünya bizi sarhoş etmiş… Televizyonlar bizi sarhoş etmiş… Geçim kaygısı, para hırsı bizi sarhoş etmiş…

Ezanlar okunur, camiye gitmesi gerekenler gidip de cemaatle ibadet etmez.

Şeriat ne diyor?

“Hür ve mukim erkek Müslümanlar farz namazları cemaatle kılmalıdır” diyor.

Şer’î özrü olmadan cemaati terk eden bir Müslüman hürriyetini de kayb eder.

Cemaati devamlı olarak terk mi ediyorsun, o halde hürriyetin de elinden alınır ve köle olursun, esir olursun, kendi vatanında parya olursun.

Gidiniz camilere bakınız. Vakit namazlarında bir tek güzel kostümlü, kravatlı, zengin, kalantor, yüksek tabakadan Müslüman bulamazsın. Sanki cemaatle namaz kılmak fakirlere, halkın alt tabakasına vazifedir.

Cemaat, ihtiyarî (katılsa da olur, katılmasa da olur) bir dinî vazife değildir. Terki caiz olmayan, vacibe yakın bir sünnet-i müekkededir.

Peygamber ne diyor?

“İki Müslüman birlikte iken, namazı ayrı ayrı kılsalar şeytan onları istilâ eder.”

Bizim büyük kısmımız namazı büsbütün terk etmiş…

Bir kısmımız alaca bulaca kılıyor.

Sadece küçük bir kısım cemaatle kılıyor.

Namazı, cemaati terk eden bir İslâm toplumu iflâh olmaz.

Bediüzzaman hazretleri Millî Mücadele’de Ankara’ya gitmiş ve meb’usanın bir kısmının namazsız olduğunu görünce bir beyanname ile onları tenkit etmişti.

Allah, Peygamber, Sahabe, Salih Selefler, ondört asırdan beri gelip geçmiş âlimler, fâzıllar, veliler, sâlihler namazı cemaatle kılmışlar ve Müslümanlara da bu şekilde emr etmişlerdir.

Kitabullah kötü bir toplum için “Onlar şehvetlerine uydular, namazı terk ettiler…” buyuruyor.

Evet bu devir Müslümanları şehvetlerine uymuşlardır.

Benlik şehvetleri…

Para ve menfaat şehvetleri…

Lüks ve konforlu bir hayat sürme şehveti…

Gösteriş şehveti…

Pahalı otomobillerle caka satmak şehveti…

Ben ben ben şehveti…

Bir kısım Müslümanlara ne oldu ki, kendi baronlarını, hazretlerini, cemaat başkanlarını erbab haline getirmişlerdir?

İslâmî kesimde öyle zümreler vardır ki, miskin, fakir, muhtaç Müslümanların hakları olan zekâtlara bile el atmışlardır.

Para hırsı bazımızın gözünü karartmıştır.

İslâmcı geçinenlerin bazısının rezil hallerini görüyorsunuz. Helâl haram ayırımı yapmadan kuduz bir ihtirasla zenginlik peşinde koşuyorlar. Onları uyarmaz, onları engellemezsek biz de onlarla birlikte yanacağız, batacağız.

Kimimiz İslâm’ı sadece namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, hacca ve umreye gitmekten ibaret sanıyor.

İslâm’ın nice farzları vardır ki, biz onları sanki tatil etmiş vaziyetteyiz.

Dinimizin temel emirlerinden biri de emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır; yani iyi, güzel, doğru işleri yaptırtmak ve kötü, çirkin işlerden alıkoymak için çalışmak…

“Her koyun kendi bacağından asılır” sözü mezbahadaki ve kasaptaki koyun cesetleri içindir. Biz Müslümanlar koyun cesedi değiliz ki, bu söz bizim için geçerli olsun.

İyilikleri emr etmez, kötülükleri engellemezsek ilâhî gazab ve azab gelir başımıza. Gelir mi? Bir dereceye kadar gelmiş bile. Şu halimize baksanıza. Kendi öz vatanımızda, çoğunluk olduğumuz halde sürünüyoruz.

İslâm dini “Din kardeşi aç yatarken, kendisi tok yatan bizden değildir” diyor. Biz bu kurala riayet ediyor muyuz? Fakir, yoksul, sürünen din ve iman kardeşlerimize yardımcı oluyor muyuz? Allah’ın bize ihsan etmiş olduğu nimetleri onlarla paylaşıyor muyuz?

Kur’ân ve Peygamber bize “Ayrılmayın, aranızda fitne ve fesat çıkartmayın, ey Allah’ın kulları birlik ve beraberlik içinde olun. Ayrılıp çekişirseniz sonra rüzgârınız elinizden gider” diyor. Biz bu öğüde, bu uyarıya dikkat ediyor muyuz? Bir sürü irili ufaklı hizbe, fırkaya, cemaate, zümreye, gruba ayrılmışız, Ümmet birliğini ve şuurunu kayb etmişiz. Zaman zaman bu fırkalar birbirleriyle amansızca çekişirler. Sonunda ne olmuş? Rüzgârımız elimizden gitmiş ve bugünkü zelil ve zebun hale gelmişiz.

Peygamber bize “Beşikten mezara kadar faydalı, değerli ilim öğrenmemizi” öğütlüyor. Biz ise ilmi, irfanı, kültürü bırakmışız, para peşinde koşuyoruz.

Dinimiz dedikoduyu yasaklıyor, gıybeti büyük günah olarak kabul ve ilân ediyor. Biz ise kıymetli saatlerimizi zararlı, boş, fasafiso haberleri okumakla, programları seyr etmekle geçiriyoruz.

Her gün bir saat faydalı, değerli, kalıcı, kurtarıcı ilim öğrenen, kitap okuyan içimizde kaç kişi vardır?

Dinimiz bize kanaati, ortahalli bir hayat sürmeyi, tevâzuu emr ediyor. Azgınlığı, kibri, gururu, büyüklenmeyi, insanlara tepeden bakmayı yasak ediyor. Biz buna uyuyor muyuz?

İçimizdeki bazı beyinsizler lüks lokantalarda Nemrudlar ve Firavunlar gibi tıkınırken, nice Müslümanın aç ve sefil vaziyette süründüğünü düşünüyor mu?

Birkaç yüz milyar liralık lüks otomobillerle caka satanlarımız, o otomobillere bağladıkları para ile bir iş yeri açılabileceğini ve orada birkaç fakir vatandaşın çalışıp para kazanabileceğini hatırlarına getiriyor mu?

Ta Amerika’dan gelen misyonerler İstanbul valiliğine müracaat ediyor, Taksim meydanında İncil dağıtmak için kapı gibi resmî izin belgesi alıyor da, acaba bir Müslüman valiliğe gidip “Ben de orada İslâm ile, Kur’ân ile, Hazret-i Muhammed’in risaleti ile ilgili broşürler dağıtacağım, bana da aynı izni veriniz” demiş midir?

Bir vak’a anlatayım da, ne hale geldiğimiz anlaşılsın: İstanbul’da, Topkapı semtinde büyük bir apartımanın bir dairesinde yaşlı bir nine tek başına yaşıyormuş. Zavallı ölmüş fakat kimsenin haberi olmamış, aradan aylar geçtikten sonra, daire kapısından dışarı sızan ölü kokusu üzerine kapı açtırılmış, vaziyet ancak öyle anlaşılmış… Evet komşuluk kalmadı, insanlık kalmadı, yardımlaşma kalmadı, merhamet kalmadı.

Bunlar hiç yok mu? Elbette bir miktar var ama yeterli değildir.

Dinimizde komşuluk o kadar önemlidir ki, Resulullah Efendimiz “Kardeşim Cebrail aleyhisselâm bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, neredeyse komşuların birbirlerine vâris olacaklarını sandım” buyuruyor. Biz komşu hakkına riayet ediyor muyuz? Biz komşularımızla ilgileniyor muyuz? Biz, arada bir komşumuza ikramda bulunuyor muyuz?

Dinimiz bize “Doğudaki bir Müslümanın ayağına diken batsa, Batıdaki Müslüman onun acısını hisseder” buyuruyor. Biz böyle Müslümanlar mıyız?

Müslümanlar, Müslümanlar!

Biz elbette mü’miniz, Müslümanız ama yeterli Müslüman değiliz, vasıflı Müslüman değiliz, ağırlıklı ve tesirli Müslüman değiliz.

İyi, vasıflı, tesirli, ağırlıklı, sözü dinlenir, güçlü Müslümanlar olmak için bütün gayretimizle, plânlı ve programlı bir şekilde çalışmazsak geleceğimiz karanlıktır. 26 Ocak 2005