Çarşamba

 

Gazetecinin, doktorun, politikacının, köşeyazarının (eskiden fıkra muharriri denilirdi), ahçının, terzinin ve sair meslek mensuplarının vasıflısı ve vasıfsızı olduğu gibi ilâhiyatçının da vasıflısı ve vasıfsızı vardır.

İlâhiyatçı bizde çıkmış yeni bir meslektir. Aslında İslâm medeniyeti, İslâm kültürü, islâmî istılahlar içinde böyle bir meslek ve kariyer yoktur. Türkiye’de islâmî bakımdan, yakın tarihte büyük kopukluklar ve ârızalar olmuş ve bunun neticesinde ortaya bir de ilâhiyatçılık çıkmıştır.

İlâhiyatçılar ile eski ulema (din alimleri) arasında birtakım farklar vardır.

Bunların birincisi eski âlimlerin icazetli olması, ilâhiyatçılıkta ise icazet kavramının bulunmamasıdır. Bütün ilâhiyatçıları kasd etmiyorum ama son yıllarda bazı ilâhiyatçıların klâsik, geleneksel, meşru yoldan çıktıklarını inkâr etmek mümkün değildir. İtikad, fıkıh, ahlâk bakımından islâmî çizgide bulunan, mensubu bulundukları dinin hükümlerini kendi özel hayatlarına uygulayan, Kur’ân ve Sünnet’in çizgisinden ayrılmayan ilâhiyatçılara bir şey dediğim yoktur. Onları tenzih eder, kendilerine hürmetlerimi sunar, ellerinden öperim.

Ancak bazı ilâhiyatçılar yoldan çıkmıştır. Hangi konularda:

(1)

Dinde reform ve yenilik yapılabileceğini iddia ediyorlar.

Böyle bir iddia ve düşünce keenlemyekûn bâtıldır, yanlıştır, dine aykırıdır.

Hâşâ Allah yanılmış, Peygamber yanılmış, ondört asırdan beri gelip geçmiş râsih âlimler, büyük ulema, ümmet imamları yanılmış da son zamanlarda türemiş birtakım ilâhiyatçılar onların yanlışlarını düzelteceklermiş.

Bundan daha büyük hezeyan, bundan daha çirkin haddini bilmezlik olmaz.

Dinimiz en son ve mükemmel dindir.

Dinimiz bundan 1400 küsur yıl önce tamamlanmıştır.

Artık ona ne bir ilave yapılabilir, ondan ne bir şey çıkartılabilir.

Dinimizin bütün kesin hükümleri, Kıyamet kopuncaya kadar yürürlüktedir.

Dinimizin reforma ihtiyacı yoktur ama başta bu gibi ilâhiyatçılar olmak üzere Müslümanların reforma ihtiyacı vardır.


Reformcular dini kendilerine uydurmak istiyor.

Halbuki Müslümanın vazifesi kendisini dine uydurmaktır.

(2) Birtakım bozuk ilâhiyatçılar

Pakistanlı Fazlurrahman’ın yoluna

girmişlerdir. Bu adam, kendi vatanı olan Pakistan’dan, binden fazla ulemanın şiddetli protestoları karşısında kaçmak zorunda kalmış bozuk fikirli, bozuk görüşlü bir kimsedir.

Kur’ân ve Sünnet hükümlerinin bir kısmının bu çağda geçerli olmadığını iddia etmektedir.

(3)

Birtakım ilâhiyatçılar

, Müslüman din âlimi olmaktan ziyade,

eskilerin müsteşrik dedikleri doğubilimcilere, oryantalistlere benzemektedir.

(4) Birtakım ilâhiyatçılar, kutsal kitabımız olan

Kur’ân-ı Kerîm’i kendi kafalarına, re’ylerine, hevalarına göre tefsire yeltenmektedir.

Bu gibi tefsirleri okuyanlar sapıtma tehlikesine mâruzdur. Az çok Arapça bilen, ilâhiyat tahsili yapmış herkes Kur’ân tefsiri, yorumu, tercümesi, meali yapamaz. Bu hizmeti yapabilmek için müfessir olmak gerekir.

Kimin müfessir olduğu, kimin olmadığı usûl-i tefsir kitaplarında yazılıdır.

(5) Müslüman bir ilâhiyatçının ilmiyle âmil olması gerekir. Hadîs-i şerifte

“Ahirette en fazla azaba çarpılacak olanların ilimleriyle amel etmeyen âlimler”


olduğu beyan buyurulmaktadır. Bir ilâhiyatçının zevcesinin kadınla ilgili dinî, şer’î hükümlere uyması gerekir. Bir ilâhiyatçının beş vakit namaz kılması gerekir. Bir ilâhiyatçının Kur’ân, Peygamber, Selef-i Sâlihîn ahlâkına sahip olması gerekir.

(6) Müslümanlıkta en önemli madde

tashih-i itikad

maddesidir. İlâhiyatçılar bundan muaf ve müstesna değildir.

(7) İlâhiyatçı zulmü, küfrü, şirki, fıskı, fücuru, nifakı, şikakı desteklemez.

(8)

İlâhiyatçı dinimizin hüküm kaynaklarının dört olduğunu kabul eder.

Ben Kur’ân’dan başka delil kabul etmem.

Ben Kur’ân Müslümanlığı adında yeni bir din çıkarttım.

Müslümanların inandığı ve uyguladığı

“İlmihal Müslümanlığı”

yanlıştır, benim anlattığım

Kur’ân Müslümanlığı

doğrudur.

Peygamber bir postacı idi, ölmüş ve işi bitmiştir…

gibi fikirler ileri süren, lâflar eden birtakım ilâhiyatçılar bu görüşleriyle Müslüman din âlimi olmaktan çıkmışlar ve

“Yerli oryantalist”


olmuşlardır.

(9) Öyle ilâhiyatçılar çıkmıştır ki, dinimizin,

Kur’ân’dan sonra ikinci sahih kitabı olan Sahih-i Buharî’ye bile dil uzatmışlar,

Buharî’de

mevzu hadîs

bulunduğunu iddia etmişlerdir.

(10) Yine birtakım ilâhiyatçılar, aynen müsteşrikler gibi ashaba dil uzatmakta, meselâ

Ebû Hureyre

radiyallahu anh için

“Ona güvenilmez”

demekte, rivayet ettiği hadîsleri red ve inkâr etmektedirler.

(11) Büyük İslâm âlimleri genellikle siyasetten uzak durmuşlar; sultanların ve devlet büyüklerinin huzurlarına gitmemişler, onlara dalkavukluk etmemişlerdir. Hepsini kasd etmiyorum ama bugün

birtakım ilâhiyatçılar derin devletin emrinde İslâm’da reform, yenilik, değişiklik yapmak için çalışmaktadır.

Vaktiyle sarıklı bir ilâhiyatçı, gizli bir rapor bastırarak

(bende fotokopisi var)

Ankara’daki yüksek bir tepede toplanmış olan heyete sunmuş,

birtakım dinî cemaatlerin

lâikliğe aykırı hareket ettiklerini

ve

kapatılmaları gerektiğini

savunmuştu. Böyle ilâhiyatçı olmaz olsun!

(12) Bazı ilâhiyatçılar havalarda uçuyor ve kendilerini

“Fıkhın babası”

olan İmam-ı Azam Ebû Hanife hazretlerinden üstün görüyorlar. Bu devirde bırakın mutlak müctehid seviyesinde,

tabakat-ı fukahanın en alt derecesi olan müftülük

(ashab-ı fetva)

seviyesinde bile ilâhiyatçı yoktur.

(13) Bazı ilâhiyatçılar yazdıkları kitap ve makalelerde, konuşma ve sohbetlerinde

“Ebû Hanife, benim çıkarttığım hükme uymayan bir hadîs bulursanız ona tâbi olunuz”

sözünün bütün Müslümanlar için geçerli olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki

İmam hazretleri bu sözü cahil veya mukallid halk için söylememiş, müctehid fi’l-mezhep seviyesinde olan büyük ulema ve fukaha için söylemiştir.

Usûl-i fıkhın temel kurallarından biri de

Mukallid bir Müslüman, nassa uymayan bir fıkıh hükmü gördüğünde, fıkha uyar.

Çünkü onun uyumsuzluk gibi gördüğü şey, aslında nesh, tahsis, tevcih gibi bir durumla izah edilebilir. Bu

“Müctehidin yanılma ihtimali, mukallidin yanılma ihtimalinden çok azdır”

kuralıdır.

(14) Bazı ilâhiyatçılar, Müslümanları ve İslâm Âlemini kurtaracak fikir ve aksiyon önderinin

Cemalüddin Afganî

olduğunu iddia ediyorlar. Cemalüddin kimdir? O bir kere Afgan değildir. İran’ın Esedabad şehrine mensup bir İranlıdır. İkincisi o Sünnî değil, şiîdir. Kendisini Afgan ve Sünnî göstererek Müslümanları aldatmıştır.

“Bizi aldatan bizden değildir.”

Afganî azılı bir Farmasondur. Yeterli bir ilmi yoktur. Karışık, bulaşık, entrikacı bir adamdır. Böyle bir mason nasıl olur da Müslümanları kurtaracak, selâmete ulaştıracak bir fikir ve aksiyon önderi olabilir? Yine bazı ilâhiyatçılar,

Afganî’nin çömez ve tilmizleri Muhammed Abduh’u ve Reşid Rıza’yı

göklere çıkartmaktadır.

(15) Birtakım ilâhiyatçılar şimal Müslümanlarından

Musa Carullah Bigiyef

‘i de çok büyütüyorlar.
Bu zatın birçok fikir ve görüşü hatalıdır.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, bu konuda kitap yazmıştır.

Benim tenkitlerim karşısında bazı ilâhiyatçılar,

“Bu adam ilâhiyatçı değildir. Ne hakla bize karışıyor. Otursun gazetecilik yapsın”

şeklinde konuşuyormuş. Bendeniz itikad ve amelde Ehl-i Sünnet yolundayım. Ortaya koyduğum tenkidler ihtisas meseleleri değildir. Tefsir, hadîs, fıkıh, itikad, kelâm ilimlerinin derinliklerine dalmıyorum. Usûl hakkında, metod hakkında konuşuyorum. Mâlûmu ilâm ediyorum. Müslümanları uyarıyorum.

Afganîci ilâhiyatçılar

kendilerine çok güveniyorlarsa buyursunlar bir TV’de Afganî hakkında açık oturum tertipleyelim. Cesaretleri var mıdır?

Efendiler, vasıflı ilâhiyatçı olunuz. Dini bozmaya, Müslümanları şaşırtmaya kalkışmayınız. 13 Ocak 2005