Salı

Babamın bir çiftliği var. Bu çiftlikte sağmal inekler, koyunlar, tavuklar, kazlar var. Bostanlar, bağlar, meyve bahçeleri var. “Ben bu çiftliğimizi çok seviyorum…” Öyle bir çiftlik sevgisiyle ülke sevgisini birbirine karıştırmamak gerekir. İnsan vatanını, babasının çiftliği gibi sevmemeli; ona daha ulvî (yüksek), daha asil, daha vasıflı bir sevgi ve bağlılık beslemeli.

Vatan kavramının putlaştırılmasından hoşlanmam ama ülkemi, vatanımı severim. Kendisine bağlı ve tâbi olduğum Peygamber “Hubbü’l-vatan mine’l-iman” buyurmuştur. Sakın zırzop reformcunun biri çıkıp da böyle bir hadîs yoktur demesin; siyer kitaplarında yazılıdır. Bir gün Medine’ye Mekke’den biri gelmiş, Hazret-i Âişe validemiz onu görünce heyecanlanmış, kendi vatanını hatırlayarak duygulanmış, bunu gören Resûl-i Kibriya Efendimiz de bu sözü söylemiş.

İnsan ülkesini, vatanını niçin sevmeli? Çünkü bizim varlığımız mekan ve zaman ile kayıtlıdır. Var olabilmemiz bir yerde bulunmamıza, bir zaman içinde mevcut olmamıza bağlıdır. Bu ülke Türkiyeli Müslümanların vatanıdır. Bu toprağı sevmezsek, onun için, icabında canımızı bile verecek kadar fedakârlığa hazır olmazsak varlığımız, varoluşumuz tehlikeye girer.

Materyalistlerde, hedonistlerde, kozmopolitlerde vatan sevgisi yoktur. Onlar “Milletim nev’-i beşer, vatanım rûy-i zemin” derler. Tevfik Fikret’in oğlu bu felsefe ve zihniyete sahip olduğu için Amerika’ya gitmiş, orada Protestan olmuş ve bir daha Türkiye’ye dönmemiştir. Babası onun için, Batı’dan bize kucak kucak nur getir, demişti. Aldığı nursuz terbiye ile böyle bir şey mümkün müydü? Vatan elden gidince din de gider.

Ülkelerini, vatanlarını babalarının çiftliği, atalarının mandırası gibi sevenlerin bu sevgisi süflî (bayağı, alçak) bir sevgidir. Onlar ülkeye, sömürge, halka da sömürge yerlisi gözüyle bakarlar. Onların akılları fikirleri ülkeyi ve halkı soymak; haram yollarla zengin olmak, kazanç devşirmektir.

Gerçek vatansever asla haram yemez. Haram yiyici hayduttur, eşkıyadır, uğrudur.

Bazılarının ucuz felsefeleri ve aldatıcı tesellileri var. “Çalıyorsam mirî malı çalıyorum. Senin cebinden veya kasandan bir şey almıyorum” derler. A nâbekâr! Ha benim cebimden çalmışsın, ha memleketin ve devletin kasasından ve bütçesinden. Bu devletin, bu ülkenin, bu belediyelerin serveti, bütçeleri hepimizin değil midir?

Müteahhitler ikiye ayrılır:

1. Şerefli, doğru, dürüst, haysiyetli, ahlâklı, faziletli, haram yemez, şüpheli ve şâibeli kazançlardan kaçan müteahhitler.

2. Şerefsiz, namussuz, alçak, hırsız, emanet haini it uğursuz, haydut, rezil, pespaye müteahhitler.

Bu ikincilerden bu vatanın, bu devletin, bu halkın çektiklerini görüyorsunuz. İstanbul’da müteahhitler tarafından yapılmış binlerce kamu binası bulunuyor. Hastahaneler, okullar, resmî daireler, öğrenci yurtları, huzurevleri ve saire… Uzmanlar inceledi, raporlar hazırlandı. Bunların büyük kısmı, beklenen büyük bir İstanbul zelzelesinde (Allah bizi böyle bir felâketten korusun) yerle bir olacakmış. Bu binaları kimler yaptı? Müteahhitler… Kimler ruhsat verdi? Bürokratlar…

Namuslulara selâm ve hürmet ediyor ve büyük küçük hepsinin ellerinden öpüyorum. İkinci türden olanlara da Allah belâlarını versin, haram servetlerini yiyemesinler diyorum.

Sınavda kopya çeken öğrenci ileride vatansever bir kişi mi olacaktır?

Memuriyetlere, vazifelere, emanetlere ehil ve layık olanları değil de; yâranını, partizanları, dost ve arkadaşlarını getirenlere vatansever demek mümkün müdür?

Heriflerin on onbeş sene içinde, kaynakları belli olmayan milyonlarca (bazısının milyarlarca) dolarlık servetleri oldu. Bunlar ne biçim vatanseverdir?

Eskiden faziletli, namuslu, şerefli, hamiyetli insanlar icabında aç kalırlar, sefalet çekerler, sürünürlermiş ama asla haram yemezlermiş. Bunları tarih kitaplarında, eski metinlerde okuyoruz.

Çocuklarımıza okullarda gerçek, samimî, ulvî vatan sevgisi aşılanabiliyor mu?

Eğitim demek az buçuk, yarım yamalak bilgi ve kültür vermek demek değildir. Bilginin yanında ahlâk, karakter terbiyesi de verilmelidir. O da yetmez; bilgi ve ahlâkın yanında üçüncü unsur olarak estetik ve güzellik boyutu da güçlendirilmelidir.

Parkta kabak çekirdeği yeyip kabuklarını yere atan, otosunun kül tablasındaki izmaritleri yola atan, pikniğe gidip akşam dönerken etrafı mezbelelik halinde çer çöp dolu olarak bırakan da vatansever değildir.

Tramvayda onsekiz yaşında bir delikanlı oturmuş, camdan dışarı bakıyor. Yaşlılar, hastalar, hamileler, kadınlar ayakta… Böyle bir gence ben vatansever demem.

Bir ülkenin politikacıları ve idarecileri gerçek, samimî, vasıflı vatansever olmazsa o ülke batmaya mahkûmdur.

“Hâmil-i kart yakînimdir, işe alınmasını rica ederim…” Böyle kartları yazanlar ülkeyi babalarının çiftliği, atalarının mandırası gibi görenlerdir. Bu canım memleketi onlar bugünkü hale getirdi.

Bir toplumda vazife duygusu ve sorumluluk şuuru yoksa, o toplum geleceğine ağlasın.

Birinci Dünya Savaşı’nda Galatasaray Sultanîsi (Lisesi) talebelerinin bir kısmı gönüllü olarak Çanakkale cephesine gidip vatan için çarpışmak istemişler. Yaşları küçük olduğu için istekleri kabul edilmemiş. Okuldan kaçmışlar, asker olmuşlar ve şehit düşmüşler.

Askerlik hizmetini ancak vatan sevgisine sahip olan gençler seve seve, iftihar ederek, zevk ve haz alarak yapar. Bu duygudan mahrum olanlar onu bir angarya kabul eder ve kaçmak, kurtulmak için her çareye baş vurur. Vatan sevgisi kuru lâfla, ucuz edebiyatla olmaz.

Çalmayacaksın, haram yemeyeceksin, zarar vermeyeceksin, çirkinleştirmeyeceksin, dolaylı da olsa ihanet etmeyeceksin. Gerçek vatansever vatanını çöplük olarak kullanmaz; bir kibrit çöpünü bile yere atmaz. Vatanının bir otunu bile lüzumsuz yere kopartmaz. Bir kuşuna, bir kaplumbağasına bile zarar vermez.

Vatan bizim mutlak malımız değildir. Onu gereği gibi sevmez ve korumazsak bu emanet elimizden alınır, yok oluruz. 09 Temmuz 2003