Çarşamba

Şu hususu bir an bile hatırımızdan çıkartmamalıyız: Bizde, güney İtalya’dakine benzer bir Akdeniz-Latin kültürü ve zihniyeti hakimdir. İtalya’yı siyasette, iktisatta, sanayide, ilimde, sanatta birinci lige yükselten “Kuzey İtalya” unsuru bizde yoktur. İtalya’yı İtalya yapan kuzey kısmıdır. Onun sayesinde yıllık gayr-i safi hasılası bir trilyon doları aşmaktadır.

Beyinsiz, popülist, iz’ansız, çapsız, vicdansız birtakım politikacılar, idareciler, ideologlar yakın tarihimizde Türkiye’yi çivisi çıkmış bir ülke haline getirdiler. Hangi konularda çivisi çıkmış?.. İstisnasız bütün konularda, bütün sahalarda…

Bizde sosyologların, antropologların “Kargo Kültürü” dedikleri ilkel, primitif, marjinal kültür hakimdir.

(1) Almanya’dakinden daha fazla lüks ve pahalı Mercedes otomobile sahip olmamız,

(2) Cep telefonu konusunda ölçüsüzlüğümüz,

(3) Üretmeden, çalışmadan tüketmek, keyif sürmek istememiz,

(4) Bütün yurdu sarmış olan çılgın definecilik,

(5) Piyango, lotarya, talih oyunları konusundaki aşırılığımız… iddialarımın yeterli delilleridir.

Türkiye’nin kocaman bir ülkesi, büyük bir nüfusu, akıl almaz derecede çok potansiyel ve imkanları vardır ama bu büyük vücudun başı ve beyni son derece küçük ve yetersizdir.

Şu gerçeği de hiç unutmayalım: Türkiye halkı sistemli olarak kasıtlı ve planlı olarak cahil bırakılmış, sersemletilmiş, aptallaştırılmış, uyutulmuş, oyalanmıştır.

Ülkemiz, halkımız, devletimiz beş seneden beri son derece had, vahim, dehşetli ve total bir kriz içindedir ama bu son beş yıl içinde bu ülkenin aydınları, beyinleri, başları bu kriz hakkında hiçbir ciddi, seviyeli, vasıflı kitap yazamamışlardır.

Şimdi bütün ülke sesini soluğunu kesmiş ve yeni hükümetten harikalar meydana getirmesini beklemektedir. Yeni iktidar belki bir miktar iyilik, ıslahat yapabilir ama beklenenlerin hepsini gerçekleştirmesi mümkün ve muhtemel değildir.

Arjantin bir ara dünyanın onbeş zengin, kalkınmış, müreffeh ülkesi listesindeydi. Sonra yıkıldı, çöktü, bugünkü feci, perişan hale düştü. Niçin? Çünkü orada da Latin kültürü hakimdi.

Türkiye’nin en önemli sıkıntı ve meselelerini sıralayayım:

(1) Kırsal kesim, varoş halkı hızla çoğalmaktadır. Televizyon bunların hepsine lüks, aşırı tüketimli, sefih, keyifli, zevk u sefalı, hedonist bir hayat arzusu aşılamaktadır. Bu nüfus artışı ülkemizin tepesindeki saatli bir biyolojik bombadır. Avrupa Birliği’ne girer ve beş milyon vatandaşımızı Batı ülkelerine gönderirsek bir müddet nefes alabiliriz.

(2) Bugünkü eğitim sistemi ve üniversiteler ile ülkemiz düze, selamete çıkamaz. Onbinlerce okulu, yüzbinlerce öğretim vazifelisini kısa bir zamanda islah etmek, muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) seviyesine çıkartmak; Japonya’daki, Güney Kore’deki, Taiwan’daki, Singapur’daki gibi vasıflı, etkili, seviyeli bir eğitim ve üniversite kurmak mümkün değildir.

(3) Din devlet çatışması, Stalin veya Enver Hoca laiklik uygulaması, okullardaki ve üniversitelerdeki başörtüsü yasağı, din ve dindarlar üzerindeki baskılar devam ettiği müddetçe bize tam bir demokrasi, tam bir insan hakları uygulaması, sıhhatli bir idare gelmez.

(4) Dikkat buyurunuz, basında, düşünce alanında hiç “Tarihî ârıza ve kaza… Tarihî devamlılık… Millî kimlik…” gibi kavramlar tartışılıyor mu? Bunlar sanki tabu konulardır. Türkiye’nin başları, beyinleri bunları tartışmadıkça, müzakere etmedikçe krizin çözülmesi mümkün ve muhtemel değildir.

(5) Yüzlerce defa yazdım, tekrarlıyorum: Bizim temel meselelerimizden biri, belki birincisi Türkçe meselesidir. Biz, çeşitli suikastlar sonunda edebî-yazılı lisanımızı kaybetmişizdir. Bu coğrafyada Batı Türkçesi bin yılda gelişmişti. Biz onu altmış-yetmiş yılda yıktık ve şimdi enkazı altında çırpınıyoruz. Şu anda birkaç yüz kelimelik zavallı, fakir, yetersiz bir konuşma, şifahî iletişim Türkçesiyle eğitim yapıyor, fikirlerimizi açıklamaya çalışıyoruz. Bu kadar yetersiz bir dil ile ne köy olur, ne kasaba. Hükümetin acaba yazılı-edebî lisan konusunda bir planı, projesi, çaresi, çözümü, fikri var mıdır? 1950’li yıllarda bütün Türk aydınları Türkçe konusunu, dil devrimini tartışıyordu. Maaşallah artık bu tartışmalar bitti, herkes dil konusundaki oldu bittiyi mütevekkilane kabul etti. Muhafazakâr kesim bile irdeleme, simgeleme, olanak, olasılık, betik, dürtü diye konuşuyor. Türkiye’deki nesiller artık, bu ülkenin ve milletin bin yıl kullanmış olduğu yazı-alfabe sistemi ile yazılmış, basılmış kitapları, belgeleri okuyamıyor, anlayamıyor. Bu korkunç ve vahim eksiklik kimin umurunda? Bu konuda üniversitelerimizden bir inilti bile çıkmıyor, büyük medyanın böyle gerici konulara ayıracak bir santim yeri yok…

Kavga etmemek, yapıcı olmak, çareler ve çözümler getirmek, yobazlık yapmamak şartıyla bütün Türkiye’nin aydınları, beyinleri, uzmanları bu konuları tartışmalı, müzakere etmelidir. Sözlü tartışmaların bir kıymeti yoktur. Basında çıkan yazıların kıymeti çok azdır. Bu konularda ciddî ve seviyeli kitaplar yazılmalıdır. Solcu, çağdaş, laik kesimin haysiyetli, seviyeli fikir adamları, yazarları, seçkinleri bu konuları gündeme getirmelidir.

Bizde İngiltere’de, İsviçre’de, Norveç’te, Amerika ve Kanada’da olduğu gibi bir demokrasi olabileceğini sananlar hayalperest, ütopyacı, havalarda uçan kimselerdir. Bizim için önemli ve hayati olan adaletli, tarihî devamlılığımız üzerine kurulu, resmî ideolojisiz bir sitemdir. Adaletsiz bir demokrasi ve hürriyet işe yaramaz. Her şeyin başı adalettir. En geniş mânâsıyla adalet. Hukukî adalet, sosyal adalet, insan hakları konusunda adalet, kendi millî kimliğini korkusuzca yaşamak konusunda adalet…

Binlerce sivil kuruluşumuz var. Vakıflarımız, dergilerimiz, lobilerimiz var. Yüzde yüz olmasa bile oldukça fikir ve basın hürriyeti var. Kitap, broşür, gazete, dergi çıkartmak serbesttir, önceden izin ve ruhsat almaya bağlı değildir. Niçin, yazımın başından beri anlatmaya çalıştığım konularda kitaplar, risaleler, ciddî makalaler, fıkralar yazılmıyor? 21 Kasım 2002